Camimizin emekli cemaat ordusu, öğle namazından sonraki çay içme âdetini de yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla evlerine dağılmıştı. Önlerindeki ikindi namazı için dinlenmeye çekilmişlerdi. Aydın Amca dükkânda olduğu için bulaşıkları ve masayı silmeyi geciktirmedim. Daha ikinci günüm olduğu için kitap getirmemiştim. O yüzden Aydın Amca’ya ve kendime çay koyup yanına çıktım. Geldiğimi haber vermek için yanına oturdum ve “Çay getirdim,” dedim.

Dünyanın en stabil ve boş sorusuyla yine karşı karşıyayız. Aydın Amca, “Hayat nasıl gidiyor?” sorusunu çıkarttı karşıma. Çok fazla karşı karşıya gelmiş iki rakip gibiyiz bu soruyla. Gündüz seansları, “İyi, her zamanki gibi, güzel, nasıl olsun?” gibi cevaplarla geçiştirdiğim, onun da sadece rakibini tartmak için attığı güçsüz yumruklarla geçen sıkıcı maçlar olur. Fakat gece seanslarında, ringi kana bulayan, acımasızca birbirine saldıran iki barbar olup çıkarız. Televizyonda yayınlansa reyting rekorları kıracağına eminim. Şimdi de “Nasıl olsun?” yumruğuyla raundu bitirmeyi ve gece seansına kadar dinlenmeyi istedim. Fakat sayın seyirciler, rakibimiz bu sefer raundun bitmesini istemedi. İşte bir yumruk daha!

“Bilmem, her zaman insanın istediği gibi gitmez. Nasıl gitsin?” Aydın Amca’dan beklemediğim bir cevaptı. Onunla daha önce böyle bir konuşma içinde bulunmamıştım. O, bana okulun nasıl gittiğini soran, devamlı selam ilettiren bir adamdı. Fakat şimdi, önüne koyduğum çayın verdiği güçle benimle gerçekten konuşma isteği duymuştu. Cevabı düşünmek için fazla sürem yoktu. Uzun süre düşünürsem takındığım “normal insan” maskesi düşebilirdi. Fakat “Nasıl gitsin?” sorusuna verecek doğru dürüst bir cevabı kafamın içinde bulamadım. Bu soruyu daha önce cevaplamış olmalıydım. “Sovyet Rusya’da yaşayan düşük rütbeli bir memur gibi gitmesin” ya da “Sisifos’un hayatı gibi gitmesin” diyebilirdim. “Amerika gençlik dizilerinde çatı katında yaşayan gencinki gibi gitsin” veya “Düşmanları bitmiş bir süper kahramanın hayatı gibi gitsin” de diyebilirdim. İçimdeki sesin itirazını durdurabilseydim, bunları diyebilirdim. İçimdeki ses, hayatın bu kadar kötü ve bu kadar iyi gidemeyeceği konusunda karara varmıştı ama bu kararı da temyiz sürecine soktum. İtiraz nedeni olarak ise bunun bir dilek sorusu olduğu ve insanın her şeyi dileyebileceğini gösterdim. Mahkeme, “Peki o hâlde dile bakalım,” dedi.

“Normal gitsin.” İşte bir kez daha ağzım bana ihanet ediyor. Bazen benim kontrolüm dışında hareket ediyor. Bunu bir de beni zora sokacağı zamanları seçerek yapıyor ki şaşırırsınız. Hani iyi bir şey dileyecektim. Tamam, hayatımın çok iyi bir şekilde gitmesini dilemeyecektim, biliyorum bu neredeyse imkânsız. Fakat normalin biraz üstünü de dileyebilirdim sanırım, bunu hak ediyor olabilirdim.

“Normal gitmiyor mu? Normalden kastettiğin şey ne?” Aydın Amca’nın içinde bir Sokrates uyanıyor sanırım. Bir şey dilediğimin farkına vardı. Bir de normalin ne olduğunu sordu. Ne saçma bir soru, Aydın Amca, demek istedim. 50 küsur yaşında saçma sorular sormak nereden aklına geldi. Ona normalin Fransızca kökenli olduğunu, kurala uygun anlamına geldiğini söylememe gerek var mı? Yoksa aslında toplum standartlarına uygun anlamında kullandığımı söylemeli miyim? Yok canım, sanırım normalin ne demek olduğunu biliyordur. Peki, ben bu kelimeyi bu anlamda mı kullandım? Bir odaya kapanıp, istediğim gibi kitap okumak normalin kelime anlamına sığacak bir eylem olacak mıydı? Çalışmayı istememek bu kelimenin anlamına girer miydi? Kapitalist bir dünyada böyle olacağını zannetmiyorum. Yine de bu dövüşü geceye ertelemekte kararlıydım.

“Normal işte Aydın Amca. Bir engel çıkmasın, üniversiteye gireyim, iş bulayım, çalışayım, emekli olayım sonra da öleyim,” dedim. Ne alaka şimdi. Ölmek de nereden çıktı? Son birkaç yıldır o kadar gereksiz bir şekilde karşıma çıkıyor ki bu kavram neredeyse anlamını kaybedecek. Cenaze törenlerinde bana da görev verilmeye başlandığından beri aklımın bir köşesinde saklı tutuyorum. Arkadaşımın dedesinin cenazesinde görev almıştım önce. Ölüyü taşımak, üzerine toprak atmak, helallik istedikleri arasında bulunmak ve ölenin arkasındakilerin yanında olmak görevleri verilmişti. Daha sonra tanımadığım insanların cenazesindeki görevler verildi. Aslında bunlar kolaydı. Namazda orduya katılacaktım. Sonrasında söz bize verildiğinde “ettik” diyecektim. Bundan fazlası istenmiyordu törenlerde.

Sonuncu katıldığımda ise rütbem biraz daha yüksekti. Öleni, canlı olarak gören son kişilerden olduğum için, ismimiz ve soy ismimiz aynı olduğu için ve sanırım torunu olduğum için ön saftan gönderilmiştim savaşa. Yani savaşta yaralanacaklardan biri olarak seçilmiştim. Yanlış anlamayın, bu savaşta ölünmüyor sadece yaralanılıyor. Ön safta bulunanlardan biri olarak görevlerin çoğu da bana zimmetlenmişti. Gelen herkesin elini sıkmalıydım önce. Çünkü onların başın sağ olsun demeleri gereken birileri vardı. Sonra ölüyü yıkamaya da yardım etmem istenmişti, bunu da yaptım. Ön safta gönderilenlerin arasında benden daha kırılgan olması gerekenler olduğu için onların elini tutma görevi de verilmişti, bunu da layıkıyla yerine getirdim. Yani ağlamadan ellerini tutabildim. Sonra ölüyü taşımak görevi, artık modern bir çağda yaşadığımız için, fazla insana ihtiyaç duyulmadan yapıldı. Buna katılmadım. Elime bir kürek tutuşturuldu. Bu görevi de layıkıyla yerine getirip başkasına devrettim. Bir komutan görse bana madalya takardı. Sonra yemek dağıtma görevi verildi. Savaşta bulunan fakat yaralanmayan insanlara yemek verilmeliydi. Çünkü onlar aç kalacak kadar savaştalardı ve aç olduklarını hissedemeyecek kadar da yaralanmamışlardı. Onlar yemeye başladılar ve buna sabretme görevini de yerine getirmeye çalışıyordum. Fakat bu görevi yerine getirirken, bu yaralanmayanlar savaşın bitmediğini unuttular. Birden yemek önlerine geldiği için normal hayata döndüklerini zannettiler. Gururlu bir komutan gibi bunu onlara hatırlatma isteği duydum içimde. Komutan olduğum için sanırım buna hakkım vardı. Buna gücüm yetmedi. Savaş alanından kaçtım. Savaş nasıl olsa benim peşimi bırakmayacaktı, onu da beraberimde taşıyıp bu ciddiyetsiz askerleri tek başlarına bıraktım. Bir komutan bunu görseydi madalyayı göğsümden sökerdi.

“Deden mi geldi aklına?” Bravo Aydın Amca. Bu soruları nereden buluyorsun böyle? Ben de onu tam kafamda saklandığı yere göndermek üzereydim. Bir şeyler yapmalı ve bu maçı geceye ertelemeliydim. Hızlıca işe yarar bir yumruk sallamazsam gece maçına çıkmaktan korkabilirdim. “Evet, bazen özlüyorum onu,” kelimeleri seçilmiş kaftandı. Üzüldüğümü görürse üstüme gelemezdi. İnsanlar genelde böyledir. Üzgün olanların üstüne gidilmez, yaralanmış hayvanlara acınır, genelde de bir şey yapılmadan hayata devam edilirdi. Sanırım normal olan böyle bir şeydi. “Evet, bazen özlüyorum onu,” dedim. Aydın Amca buna ikna olmuştu, kalktı ve içeri girdi. Yine rakibi gündüz maçında beraberliğe ikna ettik. Birazdan da ikindi cemaati gelir. Çayı demlemem gerek. Bakın, ben de normalim. Kalkıp çay demleyeceğim.