Bu güzel karardan sonra hepimiz bir yolda yürüyen yoldaş olmuştuk. Ve tam da bu karar için bizim evde bir kutlama yapmak istedik. Ama Serap'ın hiç keyfi yoktu, son olanlardan sonra ruhundan bir şeyler kayıp gidiyordu sanki. Herkes hayatı hakkında ona fikirler sunuyor; kimileri ona haklılık veriyor, kimileri bir yanlışa saplanıp hayatını kararttığına inanıyordu. Nişanı attıktan sonra hiçbir şey kolay olmamıştı, Serkan sürekli onu arayıp duruyordu. Her şeye rağmen öyle bir havası vardı ki, her şeyi içinde öğütüyor, sakinliğini hiç kaybetmiyordu. Hayatı boyunca doğru bir insan olmak için çabalamış, ailesine sonsuz kere kollarını açmış; çevresindeki herkese yardım eden, Serkan'ı binlerce kez alttan alan bu insanı herkes ama herkes acımasızca eleştiriyordu. Ona bakınca içimde bir yerde yangın oluyor ve tüm yeşilliklerim yanıp gidiyordu. Bu incelik, bu zarafet, bu çocuksu yüz sanki dünyada kaybolup gidiyordu.

Kadehe şarap doldurdum, yanına gittim.

"Güzelim, iyi misin?"

Kadehi ona doğru uzattım. Ellerimle ellerini okşadım. Ve böylece acısını almak saydım bu dokunuşu. Bir bulut kadar doluydu ve bana sarıldığında bu bulut, bu toprağı ıslattı. Ona güzel şeyler olduğunu anlattım, sırtını sıvazladım. Elinden tuttum ve arkaya dönmesi için çektim. "Bak, biz varız." dedim. Edip, Serap'ın dolu gözlerini fark edip yanımıza geldi.

"Kızlar, iyi misiniz?" dedi.

Sanki, iyi misin Serap, demek bile onları yakınlaştıracaktı, kişisel soruları bile genellemeye atan Edip, böylece sanki Serap'a daha az azap verirmiş gibi hissedebiliyordu. Sanki yakın olmak her şeyi daha zorlaştırırmış gibi geliyordu. Bense ikisinin arasında duran bir barikattım bu anda...

"Hadiii! Herkes kadehleri kaldırsın." dedim.

O an anladım ki bütün acıları unutmasa da, tüm o acıların, kederlerin içinden ipince sıcak bir su içine doğru akıyor insanın. Ve o zaman soğuk kesen yerlerin iyileşiyor. Mahir bu kararı oluşturan kişi olmakla kalmıyor, artık bunu hayata geçirmek için herkesin çalışmasını istiyor ve verimlilik bekliyordu.

"Evet arkadaşlar, bu önemli bir iş. İlk önce bunu biliyoruz ve bunun için titizlikle çalışacağız. Biliyorum, kendi işleriniz dışında artık bir işiniz daha olacak ama düzenli üretmek zorundayız. Herkes kendi alanında derlediği şeyleri ayın sonunda getirecek ve eleştiriye sunacak. Bundan sonra da yeni aya yeni dergiyle gireceğiz. Ben ve Edip öykü, Sonay şiir, Serap resim ve Deniz de müzikle ilgili paylaşımlarını yapacak."

Deniz: "Tabi, öğretmenim." dedi ve gülmeye başladık.

Uzun sohbetler ettik. Ve sonra dağıldık, herkes evlerine döndü.


Gece Serap bende kalmak istedi. Ben de onayladım. "Neyse ki yarın iş yok." deyip gülmeye başladı... Güldü, güle güle ağladı. Ben de ağladım, bana kocaman sarıldı.

"Sen çok güçlüsün Sonay, tüm kayıplarına rağmen çok güçlüsün. Ailenin, yuvanın sıcaklığını kimse veremez sana belki. Ama bil ki kocan ve evladın seni daima güçlü bir kadın olarak hatırlayacak. Ve onlar şurada, yüreğinde. Annen seni bir vicdan azabı olarak doğurmadı Sonay. Sen tertemiz ve pür-i paksın, bunu kendine yapma. Kendine vicdan azabı yaratma. Toparlan, bir buçuk yıla yaklaştı artık... Yıllar akıp gidiyor. Kocan, evladın seni böyle görmek ister miydi?" Balkona çıkardı beni. Hırkasıyla gözyaşlarımı sildi, titreyen çenemden tutup kafamı kaldırdı...

"Bak Sonay, hızla akıyor zaman. Renkler, otomobiller, insan sesleri... Koca dünyaya çakılıp kaldın. Dünya duranı ezer Sonay... Biliyorsun işte. Yıllardır sakladığın gözlerini çıkar dışarı. Çıkar gözünün rengini, ışıltısını, hüznünü, yasını... Sen çıkar Sonay, ben severim.

Senin gözlerin olmadan bu dünya ne ki... Gözlerini çıkar Sonay, yeni gözlerinle adımlarını at."

Ben bir ok gibi, içime saplanan bu sözlere gıkımı dahi çıkarmadan öylece kaldım. Haklısın Serap, dedim içimden. İnsan şu dünyada iç seslerinden oluşmuş koskoca bir dağ değilse nedir?

"Sigaran var mıydı Serap?" dedim.

"Tabi canım, çantamda. Hemen getireyim." dedi.

Bir sigara içtik...

"Sen anlat." dedim, içim dolu. Mahsun mahsun gözlerime baktı, sigarasını içine çekti ve bıraktı. "Sonay, Edip beni seviyor ve ben de bu sevgiye kayıtsız kalmak istemiyorum ama..."

"Ama ne?"

"Ama bir şeyler için erken. Ne düşünmem gerekli bilmiyorum. Edip'i yeterince tanımadan sevmek küstahlık. Ve yeni nişanımı attım, bunları nasıl düşünürüm? Serkan'la aynı okulda öğretmenlik yapmak zor. Bizimkiler Serkan'la bir daha denemem için ısrar ediyor. Bu sıralar elime ne kalem, ne boya alabiliyorum. Buz gibi soğudum dünyaya."

Ellerimle elini kavradım.

"Bir senin ellerin sıcacık, bir de bu yeni yeşeren dergi."

"Serap, hiçbir şeye mecbur değilsin. Yüreğin ne istiyorsa onun peşinden gitmelisin. Sen Serkan'ı aldatmıyorsun. Size dair her şey yıpranmıştı. Edip içinse kendine zaman vermelisin. Eminim Edip seni bekleyecektir."

"Teşekkür ederim Sonay, içimi ferahlattın. Daima ol."

Serap'ın yatağını hazırladım. Bir kuş gibi hafiflemiş şekilde uykuya çekildi. Ben de yatağa geçtim.


"sabahın ilk ışıklarını taşırım ben gözlerimde.

her yas ağırlığını belirler yüreğinde.

ben taşıdıkça omzumda,

alnımdan yuvarlanan bilyeler çoğalır.

gözlerimin suçu yok ki,

ve gözlerim ne zaman ışıldayacak olsa,

eski acılarımı hatırlatırım ona.

güzel sevgileri gömerim çocukluk bahçelerime.

ehemmiyetli yerler var der insanlar,

açarlar kollarını,

istemem hiçbirini.

güzel sevgileri gömerim çocukluk bahçelerime.

utançtan ilmekler eklerim.

ne ısıtabilir ki boşlukta bir beşik gibi sallanışımı...

çocuksuz bir anne olur mu?

vakitsiz bir sevgi doğru mu?

güzel sevgileri gömerim çocukluk bahçelerime,

içinde erik ağacı ve kuş cıvıltıları olan.

sessizliğime bir ses bulurum böylece.


Sonay"


Mahir ile paylaşmak istedim ve mesaj attım.

"Yine hüzünlü şiirler yazmışsın, sen mi hüzünlüsün yoksa şiirin mi?"

"Şiirim benden bağımsız hüzünlü." dedim.

O da güldü. "O zaman derginin ilk şiiri bu olsun."

"O bana, Bob Dylan- One More Cup Of Coffee, şarkısını atmış."

"Çok güzel Mahir." dedim.

"Yarın gelsene, görüşelim." dedi.

"Olur, ama işten sonra müsaitim, bir saatliğine."

"Kafede görüşmeyelim bu sefer, olur mu?"

"N'için?"

"Sana denizi göstermek isterim, sen de sana benzeyen yerlerini anlatırsın."

"Peki, sen de anlatacak mısın?"

"Elbette."

"Bana film önerebilir misin? Akşam izleyeyim."

"Tabi, Three Colours: Blue, bunu izleyebilirsin."

"Tamam, teşekkür ederim."

"Kendine iyi bak, ben kahvaltı hazırlayayım, Serap'la kahvaltı yaparız."

"Tabi, bizim böyle arkadaşlarımız yok ki. Kendi kendimize geçinip duruyoruz."

"Hadi oradan Mahir! Bana ajitasyon yapma."

"Tamam tamam."

Mahir çok gerçekçi biriydi. Seni oyalamıyordu, laflarla. Bu deniz, diyordu; bu dalga, bu ben. Ben gösteren değil saklayandım, durup durup içimin her köşesinden konuşuyordum. Uyurken yatakta, biriyle konuşurken, iç çekişimde, iş yerinde evrakları yerleştirirken yahut çorba karıştırırken... Çoğu zaman içimdekileri dışarıya çıkartamıyordum. Bunun için şiir benim yaşamam için bir ışıktı. Mahir ise elinde olsa duygularını bile çıkarıp göstermek istiyordu. Belki saklanmanın korkakça olduğunu düşünüyor ve göğsünü açıp, bütün her şeyi gösterip tanımak istiyordu insanları. Bu bilgilerin karşısında nasıl davranacaklarını deli gibi merak ediyordu, böylece bir insan sarrafı oldu belki. Beni acı kaybımdan sonra birçok kez kliniğine çağırdı ama aramızdaki yakınlıktan ötürü ona anlatmanın benim için daha zor olacağını izah ettim. Daha ısrar etmedi. Bana arkadaşı Ömer Bey'i önerdi. Gidip geldiğim seanslar boyunca iyi bir yol katettik. Bu zor süreçlerime yakından şahit olan Mahir hep soğukkanlılığını korudu. Bana mantıklı ya da doğru olan şeyleri söyledi. O zamanlar pek idrak edemesem de sonradan ne kadar haklı olduğunu anladım.

Serap uyanmıştı.

Severdi o müziği sabahları, bir plak koydu.

"Ben simit almaya gidiyorum Serap."

"Tamam, çayı koyarım."

Yola koyuldum, severim sıyrılmayı yalnızlıktan, bazen. Yalnızlıklar mı iyileştiriyor insanı, kalabalıklar mı? İkisini de anladım, diye düşünürken fırına vardım.

"Üç simit alabilir miyim? İki de poğaça."

"Tabi, buyrun."

Eve döndüm. Bir şeyler hazırlayıp kahvaltı yaptık. Serap beni çizmek istediğini söyledi, ben de kabul ettim. Gözlerimi çizdi ve bana hediye etti.

"İlk fırsatta çerçeveleteceğim." dedim. Gülümsedi.

"Hadi, kahve içelim." dedim. O da onayladı. "Gel, falına bakayım senin. Bakalım kimler var kimler yok..."

Güldük.

Fincanı ters çevirdi. "Biraz bekle ama soğuyacak kızım."

"Ben mi soğuyacağım, fincan mı Sonay?"

Tekrar güldük.

"Hadi salla bir şeyler de eve gideyim, hazırlanayım okula."

"Tamam tamam."

Ve tekrar tekrar güldük.

Kahveden sonra evine geçti Serap. Ben ise yemek hazırladım kendime, "Three Colours: Blue" filmini açıp izlemeye başladım.