Bir gün çok şey bekliyordu fotoğraftan, bir gün hiç şey beklemiyordu... Dalıp gittiği yerlerden hüzünlü şiirler getirirdi o çocuk kalmış gözleri. Bazı zamanlar onu anlamayı o kadar çok istiyordum ki, bazı zamanlarsa anlamanın yükünü kaldıramam gibi geliyordu. Sesi azalıyordu gittikçe ve sesini unuttuğumu sanıyordum, sonra vakitsiz bir anda bir şey arar iken yanıma yaklaşıp nesneler hakkında birkaç şeyden bahsediyordu. Yemekten, içmekten bazen birkaç kitaptan söz açıp duruyor, ve seni sonsuza dek dinleyecek gibi bakıyordu. Sen konuştukça o hepsini kaydediyor, mimiklerini, gözlerini, gülmeni yahut hüzünlerini içine kadar çekiyordu. Tanımayı seviyordu... Tanımak, doyasıya tanımak...

Sense bir vakit sonra bu sabrın sonunu görmek istiyor, bir çukura dolup taşmamak istiyordun. Onun bir şeyler anlatmasını istiyordun. Bir sesin yalnızlığını yaşamak istemiyordun.

Ondan böyle şeyler beklemek ona haksızlık etmek miydi?

Bu suskunluğunu bozmak ona haksızlık mıydı?

Bazen, "Yağmurlar." deyip susuyor.

Sonra devamını getirip, "Yağmurlar sana ne hissettiriyor?" demeyi kendinde hak buluyordu...

Sense o zaman belki de düşünemediğin bir şeyin, duygusunu ilk düşünüyor, hissediyor; içindeki duygusal şeylerle sana yansımasını anlatıyordun.

Aslında öyle gündelik şeylerin duygu dünyanda ne çok yayıldığını fark edip, şaşıp kalıyordun.

Edip'i tanımak hayatımı çok değiştirdi. Sorgulayan yanım gelişti ve böylece deli gibi bağlandığım şeyler için bile sorgulama fırsatı bulabildim. Hatta hiçbir aşkın, sevginin kendini körlüğe bırakmamasını savundum. Edip çok duygusal biriydi ama benim mantık köşemi güçlendirdi. Bir gün onu bizim Kaktüs kafeye götürdüm. Edip çokça güzel öyküler yazıyor, ara sıra çok ısrar ederek birkaçına erişebiliyor, bu hazinenin öylece bir odada harcanıp gitmesine üzülüyordum. Ve bu suskunluğunu hayal dünyasında çözdüğüne şahit oluyordum. Edip, dünyasını değiştiren bu kafenin farkında olmadan açık bir çay daha istiyor, etrafa bakınıp duruyordu. Bu sırada Serap geldi, omuzuma dokundu ve yanımıza oturdu ve orada Edip'in ilk defa gözlerinin ışıldadığını gördüm. Parlayan sarı saçlarına ellerini götürüyor, mavi gözleriyle soluksuz onun gözlerine bakıyordu. Serap ise liseden tanıdığım arkadaşımdı, iletişimimizi hiç koparmadık. Resim çiziyor, boyalara gönlünü kaptırmış biriydi. Onunla duygularımın renklerini tanıdım. Dünyadaki renkleri, gölgeleri, ışığı tanımama ve bu görsel dünyanın bizde uyandırdığı ne çok şey olduğunu anlamama sebep oldu. Bazen uzun uzun tablolarına bakıyorum ve bir şeyler görüyorum, hissediyorum, bu müthiş. Bazen önceden hissettiğim şeyleri bile bulabiliyorum. Serap'ın masaya gelmesiyle Edip'in bir arkadaşı daha olmuştu ve ben de bundan mutluluk duyuyordum. Hatta sözleştik ve daha sona tekrar buluşmaya karar verdik... Edip ile eve giderken ilk defa bana başka biri hakkında ufak tefek soruları utanarak sorduğuna şahit oldum. Serapla ilgili birkaç soruydu bunlar. İkinci defa tekrar görüştük, bir sonraki görüşeceğimiz zaman Edip gelemedi fakat bana bir kitap verdi ve bunu Serap'a iletmemi istedi. Şiir kitabıydı bu, bir dalga vardı, hissediyordum; Edip'ten Serap'a uzanan bir dalga... Merakıma yenik düştüm kitabı kurcaladım, arasında bir not...


"Sevgili Serap, seni tanıdığım için çok şanslıyım. Bu şiiri okumanı canı gönülden isterim, sevgiyle kal.


"O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Kadının hayali minnacık bir evdi,

bahçesinde ebruliii

hanımeli

açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.

Ve elleri öyle büyük işler için

hazırlanmıştı ki devin,

yapamazdı yapısını,

çalamazdı kapısını

bahçesinde ebruliiii

hanımeli

açan evin.


O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Mini minnacıktı kadın.

Rahata acıktı kadın

yoruldu devin büyük yolunda.

Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,

girdi zengin bir cücenin kolunda

bahçesinde ebruliiii

hanımeli

açan eve.


Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,

dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:

bahçesinde ebruliiiii

hanımeli

açan ev.."


Bu göndermeli şiir, nişanı yaklaşan Serap'ın kafasını karıştıracaktı, bunu hissediyordum. Çünkü aslında nişanlanmayı kendisi erken buluyor, ailesi ve sevgilisi için ideal bir zaman olarak görülüyordu ve Edip ile konuşmak, vakit geçirmek ona iyi geliyordu. Herkese karşı ilgili biriydi ama sanki Edip'e karşı daha farklıydı. Belki de Edip gibi biri olmadığından hayatında. Belki benim de hissettiğim bu ilgiyi o da hissetmiş fakat bu ilginin nelere sebep olacağını bildiğinden duvarlarını örmeye karar vermişti. Ve bu yeni karşılaşma için emek verdiği bir ilişkiden vazgeçmek aptallık olurdu, diye düşündü. Ama biliyordu nişanlısı Serkan'ın düz ve yüzeysel bir insan olduğunu aslında, sallantıda bu ilişki için Edip canlı bir bombaydı ve bu canlı bomba dünyasını altüst edebilirdi... Serap kitabı açmış, notu okumuştu. Bu esnada belki de benim düşündüklerimden daha fazla düşünce geçirdi yüreğinden. Çok duyguyu az zamanda yaşıyordu, tedirgindi... Benden sonra Serkan'la buluşacaktı, gözleri dolu ve mahcup bir şekilde:

"Sonay, senden bir şey isteyebilir miyim?"

"Tabii Serap, buyur."

"Ben bu kitabı bugünlük sana bıraksam olur mu? Serkan'la görüşeceğim de, sıkıntı olmasın. Serkan'ı biliyorsun kıskançtır biraz, kurcalar."

"Tabii ne demek canım, nasıl istersen."

Ve daha sonra ayrıldık, o Serkan'ın yanına gitti. Ben de kitap, kağıt birkaç bir şey alıp eve geçiyordum.

"Vay be Edip, demek öyle." diyordum içimden.

Akşama doğruydu, eve giderken balkonda Edip'i uzaklara bakıp sigarasını içerken buldum, gözleri bana kaydı. "Eve geçeceğim, yorgunum." dedim, ama bir iki kez ısrar edince uğradım. Bir kahve yaptı. Biraz ağzımı aramak istedi sanırım.

"Serap sevdi mi hediyesini?" diye sordu.

"Bilmem, sevmiştir herhalde." dedim.

"Baktı mı şiirlere? Nazım'ın şiirleri güzeldir." dedi. "Yok bakmadı, evde bakar herhalde." dedim. "Hımm," dedi, iç çekti.

"Serap'ı çok sevdin herhalde," dedim.

"Evet," dedi. "İyi bir arkadaş,"

Ve tekrar iç çekip bir sigara daha yaktı. Edip'in böyle ezilişi, beni bir tuhaf yapıyordu.

Seni daha fazla üzmemek için söylediğim bu ufak yalanları affet Edip. Serap için gözlerini, ellerini dışarı çıkarabildin...Yüreğini güneşte yıkayabildin ve ben, senin için her şeyi yapabilecek ben, ne yapabilirdim? Yalanlar söyleyebilirdim, bir cam gibi saydam yüreğinin paramparça olmaması için. Yorgundum, eve geçmem lazımdı.

"Cuma, Kaktüs'te buluşacağız haberin olsun. Bir arkadaşım bize katılacak, seversin. O da öykü yazıyor, bir roman çıkardı daha yenilerde. Adı Mahir senden bahsettim, o da tanışmayı çok istedi. Serap da gelecek."

Bu sırada o, bahaneler uydurmaya çalışıyordu.

"Ama cuma işlerim var." diyor. "Ne işin var?" deyince kem küm ediyordu.

Biliyorum yüzleşmekten kaçıyordu ama onu oraya götürecektim, gerçeklerle yüzleşmesi için. Edip'in hayattan korkup kaçmasına müsaade etmeyecektim. Onu ışığa çıkaracak, "Bu sana ne hissettiriyor?" diyecektim içimden. Ben sormuşum gibi cevapları bulacaktı o çoktan.

Cuma olmuştu, Edip kaçmak istiyor hem de yaklaşmak için, kaybolmak için can atıyordu.

Evet, kaybolmak... Kendini bile unutmak. Kendine kızıyordu, kendine yakıştıramıyordu. Edip kendine acıyordu.

Onu evden almaya gittim, ilk gelmek istemedi, "Biraz yorgunum, dün geç uyudum." dedi. Sonra ısrarlarıma dayanamadı, yürüyelim dedik kafeye kadar. Mahir ile sağlam bir dostluklarının temelini bugün atmışlardı. Mahir deneyimlerinden bahsediyor, komik anılarından bahsediyor, gülmekten ölecek gibi oluyorduk. Edip ara sıra Serap'a bakıyor, bakışlarında bir değişiklik var mı kontrol ediyordu.

Mahir'in tam bir mantık insanı, bilgili ve hayatın bütün tecrübelerini içine çekmiş biri olduğunu biliyordum. Felsefeye, edebiyata, siyasete dolu dolu meraklıydı. Ve bu doluluk bencilce değildi; onu çoğaltmak, büyütmek istiyordu. Mahir'de hayranlık duyduğum şey buydu. Hiçbir zaman paylaşma konusunda korku duymuyordu; kim ondan aldığıyla konuşacak, anlatacak onun için önemli değildi. Onun için önemli olan ondaki bilgiyi başkasına sunabilmekti, bu onun için hizmetti sanki ve o hizmetinden gocunmuyordu. Onun adını "boşlukları dolduran" koymuştum aslında içimde. Sohbet, muhabbet akşam olmuştu ama bize yetmemişti. Her biriyle farklı yanlarımı dolduruyordum ve daha önce hissetmediğim bir aitlik hissettim içimde...

Saatler akıp giderken Serkan bir alarm gibi çalıp durdu ve böylece hepimiz kalktık masadan. Biz Edip ile yürürüz dedim. Mahir, ben sizi bırakırım ya, ne yürümesi diyordu. Bizi eve bıraktı, ayakkabılarımı çıkardım, bir müzik açtım.


"seni gidi fındıkkıran

yılanı deliğinden çıkaran

kaderim püsküllü belam

yakalarsam..."


Öyle güzel yanı vardır böyle ait hissetmenin içinde, dopdolu bir enerji olur dünyaya karşı. Hatta içindeki hüzünlere karşı. Doyasıya oynarsın, aynalara bakarsın. Ellerin, vücudun bir su gibi kayıp gider dünyada, yumuşarsın böyle güzel zamanlarda.

Dünyaya yayılırsın... Pencereni açar, dünyaya yayılırsın ve telaşsız nefes alırsın.


Sadece Edip mi? Benim de dünyam değişmişti, hepimizin değişecekti...

Serap, Serkan'ın baskısına ve kıskançlıklarına ve içine attığı şeylere dayanamıyor...

Nişanı bahanelerle erteliyordu, bizle olan görüşmesi Serkan'ı rahatsız ediyor, sürekli tartışıyorlardı. Serkan kıskançtı, Serap'ın dünyasına katıldığı için her şeye müdahale edeceğini sanıyordu. Onun yerine kararlar almak istiyor, onu yönetmek hatta hayatının anlamını kendiyle bulacağına sonsuz kere inanıyordu. Serkan iyi biriydi fakat ilişkinin içinde kendisiyle doluydu ve böylece üçüncü bir kişinin etkisinden çok, Serkan'ın davranışları Serap ile arasındaki ipleri her geçen gün geriyordu. Ve ne kadar üçüncü kişinin etkisi az desem de her geçen gün Edip'e tutunuyor, onunla kurduğu bağ güçleniyor. Böylece ona öylece akıp gitmesi, kendisini utanç verici hissettiriyordu. Hepsinin toplamıyla, bütün olacakları göze alarak nişanı attı.

Başkasının varlığının kendisini bu kadar yok saymasına dayanamadı daha fazla.

Edip, Serap'ın üzerine hiç gitmedi, o kitap meselesinden sonra... Onu üzmek, kırmak istemiyor ama sevgisinin de farkında olmasını istiyordu.

Böylece birkaç ayı devirdik, bazı zamanlar evlere çekiliyor, bir şeyler üretiyor sonra toplaşıp bir şeyler içerken bunlardan konuşuyorduk. Mahir aramıza Deniz'i de katıyor, böylece şarkı söyleyeceğimiz alanı genişletiyordu. Böylece güzel bir grup olmuş oluyorduk. Deniz en enerjik, dinamik, bizi farklı serüvenlere götürecek biriydi.

Bir gün Kaktüs'te buluşmak için anlaşmıştık. Bu sefer Edip bana geldi, bana bir öykü bıraktı...

"Bunu sadece senin okumanı istiyorum Sonay.

Sonay, sen benim hayatımı değiştiren kişisin, seninle duvarlardan kurtuldum.

Konuşmayı öğrendim ben, gülmeyi, paylaşmayı... Sana teşekkür etmek istiyorum sadece. Sen de şiirlerinden biraz koklatırsan bu akşam, bana yeter. Bana yeter Sonay, şimdi ölüm gelse derim, bu dünyada ben de güzel günler yaşadım.

Hayat beni sensiz bırakmasın, dostumsun Sonay." Gözlerim dolmuştu, sarıldık. "Dostumsun Edip." Yürüyelim, dedim. Biz yürümeyi severiz. Kafeye vardık, o an gördüm ki hepimizin gözleri ışıl ışıl. Ve bir şeye karar verdik. Büyümeye, çoğalmaya, emek vermeye.

Sonay, Edip, Mahir, Serap, Deniz biz bir dergi çıkarıyoruz artık. Bu fikri öne süren Mahir'dir.

Ortak karar olarak, derginin adını "Kaktüs" olarak belirledik. Yollarımız ve yüreklerimizin karşılaştığı yer olsun istedik.