İlkokulda, altmış yedi vilayetli bir harita asılıydı duvarda. Öğretmenlik eğitimi alırken öğrenmiştik sebeb-i mucibesini; "çocuklar yurtlarını tanısınlar hem de sevsinler" diyeymiş. Biz de tenefüslerde; “bul bakalım o zaman, Muş nerede” diye sorarak birbirimize, gerçekten de tanımaya başlamıştık yurdumuzu. Galiba bendeki yurt sevgisi, ilk o zamanlar başlamıştı…


Haritada İzmir yeşil renkteydi ki bu, normaldi. Mahallemizin üstünde küçük bir orman vardı ve evimizin karşısında ise mezarlık. Yani evet, İzmir yeşil bir yerdi. Ankara’nın ve Konya'nın sarı olması, televizyonda gördüğümüz buğday tarlalarından kaynaklanıyordu. Antalya’ya ise denizin mavisi yansıyordu belli ki. Peki neden Manisa pembeydi? Çok mu çilek vardı acaba? İşte bunu merak ediyordum o yaşlarda. Sanıyordum ki uçakla Türkiye üzerinden geçen herkes, şehirleri haritadaki renklerde olduğu gibi görüyordu. Ve elbette her şehrin ortasında, -yine uçaktan bakınca okunacak şekilde- kocaman harflerle yazılmış isimleri de olmalıydı. Muş, en kolayıydı. Sadece üç harf. Ama İzmir yazısının bir kısmı denize kayıyordu mesela. Mahallemizden Karşıyaka’ya doğru bakınca kendi kendime, “belli ki İzmir yazısı apartmanların arasında kalmış, o yüzden görünmüyor” derdim…


İşte bunlar aklıma geldi az önce. Şimdi, çocukluğumun haritasında pembe ile gösterilen yerdeyim; Manisa’da. Galiba çilek, pazarlarda var sadece; tarlalarda hiç görmedim çünkü. Pembe rengi buraya yakıştıran, ya bu rengi çok seviyordu ya da bizlerin meraklı olmasını istiyordu; bilmiyorum… Manisa’da, gözden ırak bir köyde, ormanın ortasındayım. Kuş sesleri var her yanda ve “ah, şöyle bir kıvrılıp sonsuzca uyusam” dedirten tatlı bir serinlik... Günlük telaşlar işte, uyuyamam. Ama gövdemin her yanına batan çam pürleri üzerine uzanıp, hayallere dalabilirim, değil mi? Uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Aklımda hala çocukluğumun haritası var. “Şimdi” diyorum, “altmış yedi vilayetli '85 yılının haritasında olsaydım ve çocukluğum bir kalem uzatsaydı bana. Ne olurdu?” Her halde o küçücük kalem ucu, bir anda gökyüzünü karartırdı. Sonra yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır ve koyu bir yumuşaklıkla dokunurdu bizlere. Sonra davudi bir ses “bulamadın, Manisa işte buradaydı!” der. Ses kesildikten sonra kalem yine aynı yavaşlıkla çekilir, gün aydınlanırdı. Kalkar bir bakardım ki gözümün alabildiği her yer kül rengine dönmüş. Şaşırırdım elbette. Ama daha ziyade… ne düşünürdüm biliyor munuz? İşte şu kalem ucu kadar yere ne çok şeyin sığdığını…


Görev yaptığım okul, baktıkça gönlümü ısıtan Spil Dağı, arkadaşlarım ve öğrencilerim, küçük kızımın doğduğu hastane, yerdeki demire takılıp düştüğüm sokak, üçtür tavlada yenildiğim kahvehane, okuduğum üniversite, perşembe pazarı, sokak köpekleri… ve az önce, parmaklarımla kaşlarını, gözlerini, dudaklarını tımar ettiğim, yüzünün yumuşak hatlarını ezber ettiğim can… İşte hepsi ama hepsi bir kalem ucunun içine sığıyor. Yurdum ve yurdumun insanları da benim göğsüme sığıyor. Ne garip çelişki, değil mi?



23 Mayıs 2022

Manisa