Bir akşam vaktiyim Kızılay'da. Mesaisi biten yüzlerce insanın beklediği otobüs kuyruğuyum. İçlerinden birinin eve götürdüğü umudun bir parçası ya da diğerinin aslında eve dönmek istemeyen iç sesi. Ya da sadece metroya inen merdivenin aşınmış basamaklarından biriyim. Üstümden geçen insanların taşıdığı, henüz isim verilmemiş tüm hisleri ayak tabanından bilirim. Gençliğin her şeye heyecan katan tatlı tecrübesizliğinin ve yaşlıların artık herhangi bir şeye şaşırmasını imkansız kılan acı deneyimlerin ağırlığını taşırım üstümde. Sahaflara giden caddede mendil satan o çocuğum. İçine dokunan bir şeyler var gözlerimde, değil mi? Etkisi sadece birkaç saniye sürüyor belki ama içimizde hala kıpırdayan bir şeylerin olduğunu bilmek de yetiyor. Ben de bunlardan hiçbiri değilim bugün zaten. Yine havanın kapalı olduğu bir sabah kahvaltı masasından kalkmayı bir türlü becerememişim sadece. Bir de kalkıp çay koyacağım birazdan tıpkı bir hedonist gibi. Sonra da realist kimliğimi takınıp haberleri izlerim. Bu dünyanın ne kadar boktan olduğuna söverim belki, tek başıma hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünen milyonlardan biri olduğumun ayırdına varmadan. Kendimde bir şeyleri değiştirebilmek adına raftan bir kitap alıp okumaya başlarım, sırf kendimi inandırmak için okuduğum birkaç yüz sayfanın beni daha bilge biri yapacağına, sırf kendimi inandırmak için vicdanımın beni bugün rahat bırakacağına. Zaten vicdan dediğin nedir ki? Mendil satan çocuğun gözlerinde sizi rahatsız eden o bakış, aslında sizin ondan daha iyi şartlarda yaşamanızın sizi bir anlığına hırsız gibi hissettirmesi. Biraz öyle. Biraz değil. Bunları öyle gelişigüzel anlatıyorum canım. İnsanın bazen canı sıkılıyor yaşamaya bu kadar beceriksiz oluşuna.