Dün gibi aklımda. Her şey bir gravür gibi özenle kazınmış zihnimde. Sıradandı. Alarmın sesine duyduğum nefretle ve bu nefretime son vermek için yerimden kıpırdamam gerektiği gerçeğinin öfkesiyle uyandım. Öylece oturdum yatakta. Biraz daha oturursam tüm bu telaşeden kaçacak bir delik bulabilirim belki umuduyla oturdum. Sonra kaçacak delik bulamamam, hiçbir şeyin değişmemesi üstelik zamanımı kaybetmemin sersemliğiyle kalktım. Evin arka bahçesine bakan penceremi açtım. Raylardan gelen uğultu her defasında içimi ürperten o lokomotif kornasının çalacağının habercisiydi. Birkaç dakika sitedeki çocukların top koşturmasını izledim. Bu beni çok mutlu eder. Çocukluğumu hatırlatır. Biz de böyle deliler gibi koşardık eskiden. Ah… Her neyse. Anlattığım gibi her şey olabildiğince sıradandı. Yaz sabahlarına böyle uyanırım ben.


Yine olabildiğince sıradan bir güne uyandım. Babama küfrede küfrede inşaatın yoluna koyuldum. "Ne olurdu yavşak amcamın yanında değil de başka yerde çalıştırsaydın!" Önüme kattığım taşı sürerek, elimde inşaat elbiselerimle bu düşünce beynime kan sıçrata sıçrata yolumu yürüyordum. Berberin dükkânına ilişti gözüm. Aygır gibi vücudu, yağdan parlamış kafa derisi, haram yemiş ağzının kokusuyla zavallı çırağı azarlıyordu yine. Zaten iyi başlamayan sabahlarım bu sahnelerle daha da dibe batıyordu. Ve ben yolumu yürümeye devam ediyordum. Bir kavşak geçip bir köşe döndükten sonra inşaatta olacaktım. Keşke o kavşağı geçememiş o köşeyi dönememiş olsaydım. Her şey hâlâ sıradan olacaktı ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu hisse Kâmil’i gördükten sonra kapıldım. Ustanın alçı makinesini hazırladığı esnada elindeki paslı çakıyla bir ağaç dalı sivriltirken gördüm onu. Dizleri içe kıvrık, başı önünde beklerdi önceden makinenin hazırlanmasını. Ayrıca tuhaf olan bu da değildi ama öyle farklıydı ki Kâmil’in havası böyle karamsar görmemiştim hiç. Her çakı darbesinde yüzü eriyip kollarına akıyor gibiydi. Suretinin o denli görülmemesini istercesine. Dizleri zangır zangır titriyordu. Yerinden kalksa karın üstü yere yapışacakmış gibi güçsüz görünüyordu. Kâmil’i öyle görmeye devam ettikçe her şeyin hâlâ sıradan olacağı ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı hissi baştan aşağı benliğime doluyordu. Çok huzursuz hissettirmişti bu durum ama olabildiğince her şey eskisiymiş gibi davranmaya çalışıyordum. Böyle davranırsam eğer olacak olanlar olmaz diye düşünüyordum. Ne olacağını da bilmiyordum elbette. İçime doğan bir histi bu sadece. Onun bu denli parçalara ayrılmış halini görünce bu hisse kapılmaktan alıkoyamazdım kendimi. Ama sustum. Kayıtsız kaldım. Görmezden geldim. Bilmiyorum ama belki de korktum. Duyacaklarımdan, duyduklarımı anlayacak olmamdan belki de hiç anlayamayacak olmaktan korktum. Zihnimde upuzun ve alacakaranlık bir dehlize dalmışım gibi bu düşüncelerde kaybolurken Usta’nın ıslık sesiyle irkildim. "Durup öyle neye kitlenmişin la?" dedi. "Yok bir şey Usta’m. Olur ya öyle arada insanın gözünü yol çeker." deyip geçiştirdim. "Siktir et yolu molu gel şu hava hortumunu tut da onu çekelim. Bir türlü çıkmıyor amına koduğumun hortumu." dedi. Usta’yla aramızda geçen bu diyalog esnasında gözüm ara sıra Kâmil’e ilişiyordu. Hiç oralı bile olmadı. Sanki aramızda değil gibi bizi duymuyor gibiydi. Usta’yla birlikte hortumu yerinden çıkardıktan sonra Kâmil’in yanına oturdum. Selam verdim. Başı eğik bir halde hafiften bana doğru bakarak gülümsedi ve "Aleykümselam dedi. Size yemin ederim gözlerinden esen soğuk rüzgarları görmeliydiniz. İçindeki cehennemin kapıları aralanmıştı. Herkesin cehennemi sıcaktır burada ateş saçar insanlar gözlerinden. Kâmil’in cehennemi Ragnarok’tu. Öyle ürperdi içim o bakışlara maruz kalınca. Dedim ya her şey sıradandı ama hiçbir şey eskisi gibi değildi diye. O anlardan biriydi işte bu da. Her zamanki sıradan tebessümü ve bakışının eskisinden çok daha farklı hissettirdiği o an, hislerimin haklılığını da kanıtlamıştı bana. Olacak olanların farkına daha da varmış olmama rağmen Kâmil’e hiçbir şey soramadım. "Nasılsın" bile diyemedim. O kadar tedirgindim duyacağım şeyler karşısında ne yapacağımı bilememekten. Belki de hiçbir şey olmamıştı ve bana hiçbir şey de anlatmayacaktı, bilemiyorum. Ama kapıldığım hislerin dilime vurduğu prangaları kıracak güçte değildim. Ben bunları düşünedururken Kâmil’in o soğuk ama tebessümle bezenmiş ses tonuyla "Naber" demesi içime bir öküz gibi oturdu. Onun nasıl olduğunu sormamı onunla konuşmamı bekliyor gibiydi. Yapamadım ama. "İyiyim. Her zamanki gibi işte" diyebildim sadece. O da gülümsedi sadece. Kâmil içindeki cehennemin soğuklarında donarken ben de dehlizlerimde kaybolmuş, süzülüyordum. Öylece oturuyorduk ki Usta’nın "Haydi beyler! Makine hazır. Alçıları yüklenin de başlayalım." demesiyle işe koyulduk.


Ben el arabasına alçı yükleyip makineye doldururdum. Kâmil de alçı yapılacak duvarlardaki pürüzleri kırardı. Usta’da alçı hortumuyla duvarları alçılardı. Tüm duvarlar alçılanana kadar böyle çalışırdık. Her şey yine sıradandı. Günlük çalışma rutininde ilerliyorduk. Ara sıra işten kafamı kaldırıp Kâmil’i gözetliyordum. Başkası onu öyle görse hiçbir sorun olmadığını söylerdi. Psikolojisini işten uzak tutarak çalışıyordu. Bronşlarına kadar içi buz tutmamış, cehenneminin kapıları aralanmamış gibi. Ama asla rutinindeki gibi değildi Kâmil. Çekici tekleterek vururkenki isteksizliği, çivileri sökerken kullandığı keserin sapını sımsıkı tutmayışı… Bana her hareketinden bir şeyler olduğunu hissettiriyordu. Kâmil böyle çalışırdı. Bu onun rutiniydi. Dışarıdan bakan için hiçbir sorun teşkil etmezdi. Yavşak amcam bile kontrole gelirken bir kez olsun "Düzgün yap şu işini" dememişti. Ama o gün sanki kendi içindeki cehennemi isteksizce onarır gibi çalışıyordu. Kendisini yiyip bitiren o yeri mecburen onarmak zorunda kalmış gibi. Bunu her hareketinden fark ediyordum. Öylesine dalmıştım ki bu atmosfere öğle paydosu vaktinin geldiğini Usta’nın yanımdan geçerken "Paydos!" diye haykırdığı anda fark ettim. Makineyi kapatıp elimi yüzümü yıkamaya gittim. O sırada Kâmil de yemek fabrikasının aracına doğru yürüyordu. Her zamanki adımlarıyla, her zamanki boynu biraz öne eğik postürüyle, olabildiğince sıradan ilerliyordu. İştahsızlığını daha şimdiden fark ediyordum. Bu iştahsızlık sıradanlığı bozan ilk halka oldu. Bunu fark ettiğim andan beri huzursuz oldum çünkü Kâmil hep iştahlıdır. Çok sevdiği köpeğini kaybettiği zaman bile o kadar üzülmesine rağmen iştahı kesilmemişti. Adımlarının kumda bıraktığı izden, gölgesinin yerde bıraktığı görüntüden çok fazla bir şey yemeyeceğini anlıyordum. Yemeğe oturduk ve öyle de oldu. Suyunu içti, biraz ekmek kopardı, çorbasına iki kaşık attı. Sonra tekrar başı önde yeri izlemeye başladı. O esnada Usta’yla birlikte olanca iştahımızla yemeğimizi yiyorduk. Usta durumdan rahatsız olmuştu ki Kâmil’e "Neyin var? diye sordu. Dediğim gibi işte sıradanlık bozulmuştu. Usta’da fark etmişti bir şeyler olduğunu. Usta’nın bu sorusu karşısında biraz rahatlamıştım. -Kâmil’le pek muhabbetimiz yoktur. Bizim arkadaşlığımız böyledir. Pek tabi Usta’yla da konuşmaz fazla çünkü yapısı böyledir. - Belki durumu Usta’ya anlatır hem ne olduğunu öğrenmiş olurum hem de duymaktan korkacağım şeylerin muhatabı olmam diye düşünüyordum. Ne acı değil mi? Rezalet bir şey bu yaptığım. Çok yakının olmasa da yanı başında işlerinin ters gittiğini düşündüğün bir arkadaşını görmezden gelmeye çalışmak. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Kâmil’in bu hallerini gördükçe ruhuma tedirginlik ve korku doluyordu. Ondan uzak kalmak, iletişim kurmamak, onu görmezden gelmek bana daha iyi hissettiriyordu ancak bir yandan da başına gelen kötü şeyin ne olduğunu bilmek istiyor ve ona üzülüyordum. Ben yine anlık düşüncelere dalıp gitmişken "Yok bir şey. Her zamanki gibi." dedi. Ağzından çıkan bu iki cümlenin içindeki donukluk, sıcak ve nemin etimizi buharlaştırdığı o daireyi Kâmil’in içinde bulunan cehennemin minyatürü haline çevirmişti. Ketum bir suratla sarf ettiği bu sözcükler ilk defa beni onun iç dünyasına bu kadar yaklaştırdı. Hisleri o kadar donuktu ki ne sevgi ne ümit ne heyecan ne beklenti başka sayabileceğiniz ne varsa… Hiçbirini hissedemiyordum. Sadece kırgındı ve üzgündü. Biraz da ukde kalmışlık barındırıyordu o cehennemde. Bu hislerdi sanırım onu ayakta tutan. Başka türlü birinin bu halde daha fazla yaşayacağını ben pek düşünmüyorum. Kâmil’in, Usta’ya takındığı tavırla istemli mi istemsiz mi olduğunu çözemediğim bir şekilde içini bana açtığını anlamıştım. Artık, ondan uzak kalmanın bana iyi hissettirmesi durumu yerini merhametime muhtaç birinin imdadına koşmam gerektiği hissine bırakmıştı. Yavaş yavaş parçalamaya başladı bu beni. "Nasıl görmezden gelmişim? dedim, yüzüm kızarmış bir şekilde. Utancımdan iştahım kesildi. Kaşıktaki çorbayı kâseye bıraktım ve Kâmil’e baktım. "Benle mi konuşmak istiyor gerçekten?" düşüncesi esir almıştı beni o esnada. "Sormalı mıydım bir şey olup olmadığını?", "Onunla konuşmalı mıydım? bilmiyordum. Öğle paydosunun süresi de gittikçe azalıyordu. İçime sığmayan bir kararsızlıkla ne yapmam gerektiğini düşünüyordum ve anlık bir duygusallığa kapılmanın umarsızlığıyla "Bir şey yok gerçekten? Değil mi?" dedim. Kâmil, sanki aylardır bu anı bekliyormuş gibi hızla dizlerine dayadığı başını kaldırdı. Onu merak etmemin gururunu nasıl okşadığını gözlerime ışıl ışıl bakarken sevgi dolu bir tebessümle "Merak etme. Sorun yok. Sadece canım yemek istemiyor bugün." dediği an tam anlamıyla anlamıştım. "Sevgi dolu bir tebessümle…" Usta’ya takındığı tavırda sevgi duygusunun donukluğundan tam olarak emindim. Sevgiye dair zerre belirti yoktu. Bir anlığına durup "Acaba yanlış mı hissetmiştim? Kendimi ne sanıyorum ben? Bir insanın bir tavrıyla onun nasıl içindeki sevgisini dondurduğunu söyleyebilirim?" dedim. Kibirli davrandığımı, çokbilmişlik tasladığımı düşündüm. Ama aslında öyle değildi. Hissettiklerim gerçekti. Ona nasıl olduğunu sorduğumda içindeki sevgiyi canlandırmıştım. Evet, kesinlikle böyle olmalıydı. Onunla aramda benim hiçbir zaman bilmediğim, görmediğim, hissetmediğim bana bunu hiçbir zaman göstermediği şahsi bir bağ var diye düşündüm. Bunları düşünürken işten ayrılmış eve doğru ilerliyordum. Tam tersi bu sefer. Köşeyi döndüm, kavşağı geçtim. Sabah keşke kavşağı geçmesem köşeyi dönmesem diyordum şimdi ise tam tersi. Görmezden gelmem gerektiğini düşündüğüm kişiyle şu an iletişim kurmam gerek diyordum. Ancak ne yapacağımı nasıl yapacağımı hâlâ bilemiyordum. Kafam allak bullak bir şekilde kapıdan içeri attım kendimi. Havalandırmak için odamın penceresini açtım. Hafiften yağan yağmur odamı mis gibi toprak kokusuyla doldurdu. Yatağa uzandım ve ne yapmam gerektiğine karar verdim. Kâmil’le iş çıkışı abazan parkının az ötesindeki kasketlilerin mekânında çay içmeye gidecektik. Ona ne hissediyorsam aynen söyleyecektim. Kafama takılan bu problemi hallettikten sonra beynim vücuduma günün yorgunluğu birden hatırlatmaya başladı. Yağmur sesi ve göz kapaklarım eş zamanlı ağırlaştılar. En son hatırladığım çoraplarımı çıkarmaya üşenecek kadar uykulu olduğumdu. Sonrasında dalmışım.


O sabah uyandığımda odanın atmosferi bir garipti. Alarmımın sesi uyanmamı isteyen aynı zamanda beni rahatsız etmek istemeyen bir ebeveyn gibi usulca uyandırdı beni. Nefret dolu değildi bugün. Hem ben de zaten gayet usulca kalkıp kapattım. Aramızdaki husumet bir sabahlığına da olsa bitmişti. Neyin habercisiydi bu? Hiçbir anlam veremeden yataktan kalktım. Oturup düşünmedim bu sefer. Çocukları izlemedim. Pencereden istasyona göz bile gezdirmedim. Hazırlanıp çıktım. Bir an önce Kâmil’i görmek istiyordum. Babam neden beni bu işe yolladı diye isyan edemeyecek kadar sabırsız ve telaşlıydım. Berberin dükkanını hızla geçtim. Zavallı çırak… Umarım bu sabah azar işitmemişsindir o piç kurusundan. Neyse. Hızlı hızlı adımlarla kavşağı geçip köşeyi döndüm. Şantiyeye neredeyse koşarak gittiğim ilk gündü. Ama Kâmil ortalarda yoktu. Tuvaletlerin oraya gittim hemen. Sonra da bodruma indim. Malzemelerin olduğu daireye çıktım. Hiçbir yerde yoktu. Bir kez olsun benden daha geç gelmemişti işe. Neler olduğunu düşünmeye tam dalacakken Usta "Ne arıyon la orada? İn aşağı da şu hortumu halledek. Yine sıkışmış amına koduğum." dedi. Hiçbir şey demeden Kâmil’i sordum. "La sana demedi mi? İşten çıktı ya la o." dedi. Bu lafı duyar duymaz oturduğu mahalleye koştum. Evini bilmiyordum ama mahalleliye sorarsam bulabilirim diye düşündüm. Merdivenlerden inecekken Usta tuttu "Azıcık iş var bugün. Tut şunun ucundan bitirek öğlene bile kalmaz. Sonra Kâmil’e mi gidersin ne sikimi yersen ye" dedi. Hiç oralı olmadan Usta’yı kenara ittirip koşmaya devam ettim. Arkamdan "Amcasının ayrı yeğeninin ayrı amına goyum. Ne beş para etmez heriflersiniz ulan." diye sövmelerini duydum. Küfürleri, hakaretleri hiç umurumda değildi. Dönüp tek laf bile etmedim. Umurumda olan tek şey bir an önce Kâmil’i bulmaktı. Çok geçmeden oturduğu mahalleye varmıştım. Kime sorabilirim diye düşünürken gözüm mahalle bakkalının önündeki gençlere takıldı. "Kâmil’i tanıyor musunuz? Oturduğu ev nerede?" diye soluk soluğa kalmış bir şekilde bu soruları sordum. İçlerinden kara kuru, uzun boylu, tuhaf saçlı olan bir tip "Hayırdır la? Ne işin var onunla? Dostu musun?" dedi. Hem "Dostu musun?" ne demekti? Hiç anlam veremedim. Bunları söylerken yüzünde iğrenç ve aşağılık bir ifade vardı. Neden böyle davranmıştı bilmiyorum. "Acaba aralarında bir husumet mi vardı? Yanlış kişilere mi sordum" diye düşünüp oradan uzaklaşacakken içlerinden diğerlerine nazaran daha az tuhaf saçlı bir tip "Geldiğin yolun tersini takip et ilk köşeden sağa sonra sola dön. Evlerini taşıyorlar zaten görürsün." dedi. Bu lafı duyunca telaş ve heyecandan altıma yapacak duruma geldim. Teşekkür bile edemeden tarif ettiği yere koşmaya başladım. Gittiğimde gerçekten de öyleydi. Kapının önünde tekerlekli sandalyede oturmuş bir teyze vardı. Hemen yanına yaklaşıp "Kâmil’i tanıyor musunuz?" dedim. "Ben annesiyim evladım. Arkadaşı mısın sen?" dedi. "Evet. İş arkadaşıyım. Barkın ben." dedim. "Memnun oldum evladım. Halime ben de. Kâmil içeride az işi var. Gelir birazdan." dedi. Soluk soluğa kalmıştım. Kâmil’e varmanın rahatlığı da üzerimdeydi. İçeri girmek istesem de kapı önünde onu beklemek daha doğru olur diye düşündüm. Halime Teyze’nin yanına oturdum. Halime Teyze de Kâmil gibiydi. Sessiz ama asla sakin değildi. Onun da tıpkı Kâmil gibi çok giz kalmış yaşanmışlıkları vardı. Bunu hissedebiliyordum. Ellerindeki kırışıklıklardan, tülbendinden fışkıran ak saçlarından, derin derin iç çekmelerinden, beklenti içerisindeymiş gibi oturmasından… Her şeyiyle Kâmil’e benziyordu. Ama tek bir şeyi hissedemiyordum. Halime Teyze’nin cehennemi yoktu içinde. Öyle ki hiç var olmamış gibi yokluktaydı. Onun durumu çok daha içler acısıydı. Donuk hisleri bile yoktu. Saf bir sapiensti yanımda duran. Ben yine böyle derin analizlere dalmışken Kâmil çıktı kapıdan. Sırtına koliler yüklenmişti. Beni görünce yine tebessümle "Merhaba" dedi. Merhabasına karşılık verip yanına gittim. Orada değilmişim gibi işiyle uğraştı. Nasılsın demedi veya neden orada olduğumu nasıl orayı bulduğumu sormadı. Annesinden hiç bahsetmiyorum bile sadece Kâmil’i tanıyor musunuz dediğim an varlığımdan haberdarmış gibi davranıyordu. Sonrasında sanki hiç orada olmamıştım onun için. Zaten tuhaf başlayan günüm gittikçe tuhaflaşıyordu bu atmosfere daha fazla katlanamadım ve "Konuşmamız lazım Kâmil" dedim. Aynı tebessümle "Biliyorum. Bekle biraz şurada. Nakliyeci birazdan burada olur eşyaları teslim edeyim. Konuşuruz." dedi. Aklımı yitirecektim o an. Resmen beni oraya Kâmil çekmişti. Oraya gelmemi de o sağlamış onunla konuşmamı da o istemişti. Bunu nasıl yaptı hiç bilmiyorum. Hiçbir zaman da bilemeyeceğim. Ama her şey onun kontrolündeydi ve rahatsız etmişti beni bu durum. Çok kalmadan nakliyeci de gelmişti. Kâmil’e yardım ettim ve eşyalarını kamyona yükledik. Nakliye parasını ödeyip aracı uğurladıktan sonra annesini komşuya misafir etmesi gerektiğini söyledi. Biraz da onu bekledim. Az sonra bambaşka birini gördüm karşımda. Bambaşka bir Kâmil. Gözlerinin içi parlıyor, ağzı kulaklarına varıncaya kadar tebessüm ediyordu. Tek bir his vardı artık cehenneminde. Saf bir sevgi. Kâmil’in bu halini ilk defa görmenin büyüsüne kapılmışken "Abazandan ileri kasketlilerin oraya gidelim mi?" dedi. O an beynimden vurulmuşa döndüm. Sanki onun cehennemine atılmış gibiydim. Kaskatı kesildim. Kendi üzerimde irade ve hakimiyet sağlayamıyordum. Tam anlamıyla onun çemberi içerisindeydim. "Orayı sevdiğini biliyorum. Orada konuşalım." Şaşkınlıkla ne yapacağımı bilemeden ve hiçbir şey sormadan onu takip ettim. Şaşkınlık, korku, kaygı, sinir… Birden çok duyguyu yoğun bir şekilde yaşayarak kasketlilerin oraya yürüdük. Kapının önüne gelmişken bana "Sakin ol. Her şeyi anlatacağım. Ayrıca şu konuda da uyarayım içeride bize laf eden olursa aldırış etme lütfen." dedi. Ne söylediyse harfiyen uyguluyordum. Hiçbir itiraz ve sorgulama olmadan. Ve nihayet içeri geçip konuşmak için oturduk.


-Kasketlilerin ora köhne bir yerdir. İskemlede oturur, küçük masalarda çay içilir. Genellikle emeklinin, memurun, yaşlının takıldığı bir yerdir. Nedense burası hoşuma gider benim. Çay içmek istediğimde hep buraya gelirim.-


Birkaç kişinin masamızın yanından geçip tuhaf tuhaf baktığı sırada öylece oturup bekliyordum. Kâmil bana bakıp "Benle konuşmak istediğini biliyorum. Hayır ya da şöyle demeliyim: Senle konuşmak istiyordum ve benle konuşmana ihtiyacım olduğunu sana hissettirdiğimi biliyorum. Uzun uzun anlatacağım sana her şeyi. Merak ettiğin çok şey var biliyorum. Sorular sormak istiyorsun onu da biliyorum ama sözümü kesmeden beni dinlersen tüm sorularına cevap alacaksın." Kafamı aşağı yukarı hareket ettirip ona onay verirken bir yandan da içine kapanık, cümle bile kuramayan Kâmil’in bu halini görmek beni şaşkına çevirmişti. "Kendimden bahsedeyim önce. Kimin çocuğuyum bilmiyorum. Yani şöyle diyeyim kapıda gördüğün kadını annem olarak kabul ediyorum ve onu çok seviyorum elbette. Ama aslında gerçek annem o değil. Kerhanenin önünde bulmuş beni. Kendisi de orada çalışan bir hayat kadınıymış. Büyük ihtimalle annemin de oradan bir çalışan olduğunu söylüyor. Meliha Annenin hayatındaki dönüm noktası ben olmuşum. Beni o gün öyle kerhane önünde gördükten sonra bu işi bırakmış, beni büyütmek için buraya taşınmış ve bir markette işe girmiş. Senelerdir burada otururuz. E pek tabii böyle anlattığım kadar kolay olmamış. Annemin geçmişini bilenler bundan faydalanmak istemiş. Market sahibi mesela. Orospu çocuğu… İşe alırken de işe aldıktan sonra da belli aralıklarla taciz etmiş kadını. Mahalleliden gördüğü şiddet ve tacizi sen düşün. Başka yere gitmeyi denemiş yine aynı. İnsan geçmişinden kaçamıyor annem de kaçamamış. Sırf beni büyütmek için katlanmış bu kadar şeye. Bu kadar süre yaşama tutunmama sebep olan yegâne şeydir kendisi. Ve bana gelecek olursak. Bir fahişenin oğluyum. Annemin gördüğü muameleden pek de farklı bir şey görmedim. Zorbalık, şiddet, taciz… Ne ararsan gırla var. Kendimi bildim bileli bir günüm "Neden?" diye sorgulamadan geçmedi. Hayatımı, başıma gelenleri, başımdan gidenleri, yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı ve en çok da bize bu kadar çektiren insanları… ‘Neden böyle?’ diye sorgulamadan bir günüm bile geçmedi. Ve hiçbir cevap bulamadım. Bu sorgulama sürecinde en uçta yaşadım tüm hislerimi. Nefret, öfke, korku, çaresizlik… Ve sonra dibe çöktüm. Çökebileceğim en dibe. Şimdilerde hiçbir şey hissetmiyorum. Beni korkutacak, öfkelendirecek, nefret ettirecek, çaresiz bırakacak hiçbir şey yok. Savruluyorum öylece. Herhangi bir duruma veya şeye karşı bir his besleyemiyorum. Bu kadar boktan bir haldeyim. Onca yaşanan şeyin sebebi de bu olsa gerek. Böyleyim yani anlayacağın." Bunları söyledikten sonra uzunca bir süre sustu. İçindeki cehennemin neden buz tuttuğunu şimdi çok daha iyi anlıyordum. Donuk hisleri, duruşu, yürüyüşü… Her şeyi artık çok anlamlıydı. Ah Kâmil! Hayat ne kadar da acımasız olabiliyor bazılarına. Aylardır yanı başımda duran bu tabloyu nasıl fark edemedim. Tablo mu? Hayır kocaman bir enkaz. Nasıl kayıtsız kalabildim böyle? Çok mu yük sırtımdaydı ha? Ya da neyin telaşesindeydim de göremedim? O uzun süren suskunluk anında kendime yüklendikçe yükleniyordum. Ta ki Kâmil sessizliğini bozana kadar. "Asıl meseleye geleyim. Şu an burada oturup bunları konuşmamıza sebep olan asıl mesele. Kaldır kafanı şöyle hafiften bir süz etrafı. Bize nasıl bakıldığını bir gör. Bundan 4 sene önceydi. Üniversite 1. sınıfım. Kasketlilerin burada gezen bir eleman vardı. Ali’ydi adı. Oradan buradan duymuştum bunun arkadaş ortamını. Bana uygun bir çevreydi. Yani şöyleydi aslında. Bana uyacağını düşündüğüm bir çevreydi. Aralarına dahil olmak istedim. Kabul ettiler beni. Çok çabuk da uyum sağladım hani. Bora diye bir çocuk vardı. İlk sevgilim. Ali sayesinde tanıştık anlayacağın. Çok güzel bir iki aydı. Seneler süren o ıstıraptan kaçıp uyuşabildiğim, hayattan zevk alıp yaşama tutunabildiğim hatta gelecek planları dahi kurduğum bir iki aydı. Biz ayrıldık sonra. Ayrılık acısıyla boğuştuğum yetmezmiş gibi bir de bu pezevenk Ali’yle uğraştım. Sağ olsun Bora da bir kez olsun arayıp sormadı. Her şeyi bildiği hâlde. Torbacıymış bu orospu çocuğu. Beni mahalleliye ifşa etmekle tehdit edip çalıştıracak sözde. E yok dedim tabi. Gidip ötmüş beni. Şu halime bak "Ötmüş" diyorum sanki suç işlemişim gibi. O gün bugündür annemin geçmişinden dolayı çektiklerimiz yetmezmiş gibi bir de bu öğrenilince iyice zehir oldu hayat. Daha fazlasına da lüzum yok bence. Böyle yani anlayacağın. Hâl böyleyken kaçıp gitmek gerek ama para yok pul yok mecburen takılı kaldık buraya. O zamandandır çalışır biriktiririm kaçmak için bunu bir kez başaracaktım da ama annemin sakatlığı malum. Parayı oraya harcamak zorunda kaldım. Eski bir belalısı. Herif ne takıntılıysa kaç sene geçmiş gelip sıktı kadıncağıza. Hastane, tedavi derken aylar seneler geçti. Yine buraya takılı kaldık. Çalışıp biriktirmeye devam anlayacağın." Bunları dedikten sonra sustu yine uzunca bir süre. Anlıyordum artık. Kâmil biriktireceğini biriktirmişti gitme zamanıydı. Ama neden bana kendini anlatma ihtiyacı duydu bunu anlayamıyordum. Bunu sormaya hazırlanırken "Sonra da işte… Sen çıktın" dedi. Ne yapsam bilemedim o an. İlk defa bir hemcinsimin bana karşı bu şekilde hissetmesinin şaşkınlığını yaşıyordum. Bir şey demeli miyim dememeli miyim bilemedim. Aramızdaki şahsi mesele buymuş demek ki. "Şaşkınlığını anlıyorum. Herhangi bir cevap vermek zorunda da değilsin. Ben sadece bugün buraya sana teşekkür etmek için geldim. Senelerdir bu yamyamların arasındayım. Kendi bildikleri dışında hiçbir şeye saygıları yok. Bırak saygıyı kendi bildikleri dışında hiçbir şey bile yok. Onu bile geçtim herhangi bir şey bildikleri bile yok. Ne güzellikleri yıktılar bu mahallede bir bilsen… Güzel olan her şeyin düşmanıdır bunlar. Sevginin, saygının, anlayışın, empatinin hiçbir değeri yoktur bunlar için. Bunlar öyle kokuşmuş kölelerdir ki azat olmak istemek şöyle dursun özgürlüklerine düşman olmuşlardır. Sırf hasetlerinden biliyor musun? Ezilmişliklerinden. Öyle kokuşmuş kölelerdir ki bunlar kendilerine değer biçemezler. Hiçbir şeye layık göremezler. Keyif aldıkları tek şey birinin gelip bunların kanını emmesidir. Öyle kokuşmuş kölelerdir ki bunlar kendisi gibi olmayanı görünce hasedinden çıldırır, kuduz köpek gibi saldırırlar. Sen bu ilkelliğin içinde çıkıp geldin. Öyle naif, öyle anlayışlı, öyle özgür, öyle Bora’ydın ki… Yıllar sonra tekrar âşık oldum ben. Aylardır da öyleyim. Evine yakın istasyonda gördüm seni ilk defa. Daha o zamandan anlamıştım farklı olduğunu. Normalde daha o zamanlar taşınacak kadar durumum vardı. Ama aylarca buraya sen bağladın beni. Araştırdım buldum seni. Baban çalışmaya göndermiş. Sana yakın olabilmek için işimi bırakıp çalıştığın yerde çalışmaya başladım. Seni izledim sürekli. İzledikçe daha çok tanıdım daha çok sevdim. Ben öyle pek konuşamam zaten anlattım kendimi bilirsin. Aylarca seni bekledim. Sen de oralı olmadın pek. Hem zaten çok konuşmazdın ki. Ama insan işte bekliyor bir umut. Senli zamanlar böyle geçti. Geçenlerde de sevgilinle gördüm seni. İstasyon çiçekçisinin orada. Çok güzel kız maşallah" Bunu derken sesi titrek bir şekilde yutkundu Kâmil. Ağlamamak için gözleriyle yukarı bakıyor, derin derin nefes alıyordu. Ama dayanamadı ve ağlamaya başladı. Hüzün akmıyordu gözlerinden aksine göz altları çiçeklenmişti. Hiç böyle mutlu görmemiştim onu. Şaşkınlıkla ve hayranlıkla izliyordum Kâmil’i. Gözyaşlarını ve burnunu sildikten sonra o tebessümle bezenmiş sevgi dolu bakışlarıyla bana baktı. "Her şey için çok teşekkür ederim Barkın. Var olduğun için, buraya geldiğin için, benimle şu an oturup konuştuğun için, sana ihtiyacım olduğunu hissedip bana yardım ettiğin için. Her şey için çok teşekkür ederim. Prangalarla bağlı kaldığım bu kapanda günden güne canileşirken, savaştığım canavarlardan bile daha hissizleşirken içimdeki cehennemden bir nebze olsun çıkmama yardımcı olduğun için sana çok teşekkür ederim. Sevgimi tekrar yeşerttiğin için, yaşama attığım demirleri toplamama izin vermediğin için, beni umutla ayakta tuttuğun için çok teşekkür ederim. Bu konuşmayı yapacağız ve belki de bir daha seni hiç görmeyeceğim. Buna çok ihtiyacım vardı. Bana bu merhameti gösterdiğin için sana çok teşekkür ederim. Seni seviyorum Barkın." Kâmil’in gözyaşları sel olmuş akıyordu. Artık şaşkınlığımı üzerimden atıp ona destek olmalıydım. Durulmasını bekledim önce. Rahatsız olacağını bildiği halde sırf ben severim diye geldiğimiz mekândan kalktık. Zaten bir daha da adımımı atmayacaktım oraya. Evlerine doğru yürürken Kâmil’e söyleyeceklerimi düşünüyordum. Dar ve tenha bir ara sokağa girmiştik ki orada Kâmil’i durdurdum. Göğsüne saplanmış uzun bir kılıca rağmen ilerlemeye çalıştığı bir yol gibi olan bu yaşantısında bu denli güçlü durmasını takdir ettim. Varoluşundan bu yana her günü mücadeleyle geçmesine rağmen usanmadan savaşmasını takdir ettim. Hiçlikleri tırnaklarıyla kazıp bulduğu aşktan fayda görmese de aşka hâlâ tutunmasına olan hayranlığımı dile getirdim. "Kâmil." Dedim en sonunda. Uzun uzun… Gözlerine bakarak. "Sen ki kavuşulmaz aşkların arifesisin. Bir gün kadar yakınsın aşkına. Bir çocuk için hiç bitmeyen o gece kadar da uzak... Üzgünüm ancak sen de bilirsin ki karşılık veremem aşkına." Bunları söyledikten sonra sarıldım. Bir süre başı omzumda hıçkıra hıçkıra ağladı. "Biliyorum. Sen bana tekrar sevebilme şansını verdin. Bu hatıran bile bana yetecek." dedi. Hiç konuşmadan evlerine kadar yürüdük o anlardan sonra. Annesini komşudan aldık. Evde kalan üç beş parça eşyası ve sırt çantasını yüklendik. Gara onlarla birlikte gitmek için ısrarcı olduktan sonra teklifimi kabul ettiler. Buruk bir tebessüm vardı anne ve evladının yüzlerinde. Bir yandan da can atarcasına uzaklaşıyorlardı senelerdir buz kestikleri bu cehennemden. Uzaklaştıkça içlerindeki buzlar eriyor; çiçeklenmiş dalları, yeşillenmiş bahçeleri görünür hale geliyordu. Gara vardığımızda hava bir yandan günlük güneşlikti bir yandan da iç karartıcı. Aslında dışarı yansıyan ruh halimdi bu. Kâmil ve Halime Teyze’nin lime lime olduğu bu hengâmeden kurtuluşuna seviniyordum ancak aynı zamanda duyduklarımın ruhuma ettiği işkenceyle boğuşuyordum. Üçümüz de susmuş beklerken raylardan gelen uğultuyla birlikte içimi ürperten o lokomotifin kornası çaldı. Son kez sarıldık Kâmil’le "Hoşça kal!" diyerek birbirimize. Kâmil’in üstünden kalkmış yükleri görmüş olacaktı ki dişleri görünecek kadar içi içine sığmaz çocuksu bir gülümsemeyle "Çok teşekkür ederim evladım. Kendine çok iyi bak." dedi, Halime Teyze. Bu kadar onurlu iki güzel hayata dokunabilmiş olmamın gururunu yaşadım o esnada. "Siz de çok iyi bakın kendinize." dedim. Bunlar son sözlerimizdi.


Vagon, perondan kalkmış güneye doğru ağır ağır ilerliyordu. Çevremdeki insan sesleri kulağıma bir uğultu misali yerleşiyor ve gittikçe silikleşiyordu. Yaşananları düşündüm derin derin peronlardaki loş ışıklara bakarak. Ne hissediyorsam anlatacaktım Kâmil’e ancak ona vardığımda zaten her şey planlanmıştı. Neyi konuşmak istediğimi biliyor, hissettiklerimi zaten anlıyordu. Tek kelime konuşturmadan ikimizin yerine de konuşmuştu. Sevilmenin ne demek olduğunu o muhteşem zamanda öğrenmiştim. Bir insanın hayatına dokunabilmek hele ki olumlu dokunabilmek zevkini tadarken tam da o an bir insanın içini görebilmenin, o insanı tam anlamıyla anlayabilmenin hatta dahası o insanı yaşayabilmenin ne demek olduğunu anlamıştım. Bu hissin ağırlığıyla olgunlaştım ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı rutin hayatıma doğru ilerliyordum.