ilk fotoğraf: 76 yıl önce dünyanın uzaydan çekilmiş ilk fotoğrafı
ikinci fotoğraf: günümüzden bir fotoğraf
not: bu yazı, yazarın "Dünya Gazetesi'nin Kültür Eki" adlı, hala yazım sürecinde olan deneme kitabında bulunmaktadır.
Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde hemen başına oturup yazıyı tamamlasam nasıl bir şey ortaya çıkardı emin değilim, fakat emin olduğum şey, yazının bu kitabın bir şiir güncesi başlığı altında yer alacağıydı. Şiir yazmayı bırakmıştım ve yazılarda şiiri aradığım bir dönemdeydim sanırım. Fakat bugün bir çeşit iç görü sonucunda şiir yazmaya tekrar başladım ve bu durum toplu şiirler başlığıyla yayımladığım kitaptan sonra yazmaya çalıştığım diğer şiirler gibi bir nevi yersiz ya da tam olarak dürüstlükten uzak hissettirmedi bana. Sanırım ikinci bir toplu şiirler kitabı yazacağım. Yine de bu kitapta yer alan bir şiir güncesi başlığını kaldırmamaya karar verdim. Bu yazı ise bu güncenin ilk yazısı olacağından belli bir fikir verecektir okuyanlara.
Özel hayatımda yaşama dair zaman zaman içinde bulunduğum karamsar yere rağmen bu kitabın bu karamsarlığı içinde taşımaması gerektiğini, hatta umudu, güzelliği, sanatı ve geleceği taze tutması gerektiğini düşündüm. Yine de kapalı havalardan bahsedeceğim tabii sanırım. 15 Nisan 2024’ün açık, ılık rüzgarlı taze bahar havasına rağmen içimde bir yerlerde kasvet hala çok çekici geliyor. Neyse yazıya geçelim.
Bir kış günüydü sanırım. Özellikle son birkaç yılda kışa düşkün bir insana dönüşmemin de verdiği heyecanla kapalı, serin havayı görür görmez sıkıca giyinip dışarı çıkmaya karar vermiştim. Çantama gerekli kitapları, bilgisayarımı koyup dışarı çıktım ve Konak’a geçtim. Biraz dolaştım ve bir oyun izlemek üzere ilk kez içinde bulunacağım tiyatroya geçtim. Oyun Amerika’da geçse ve moderniteyi yaşayan bir aile özelinde toplumun bu yaşama dair aksaklıklarını işlese de günümüze dair de ilişki kurulabilecek bir konuya, temaya sahipti. Yani aslında yirminci yüzyıl insanının sürekli bir meşgaleyle dolu oluşunu ve apartman-şehir hayatının, teknolojinin, faydaları yanında getirdiği sıkıntıları da kendine mesele ediniyordu. Bu manada günümüz yaşamını da tiye alan bir yapıya sahipti.
Yirmi birinci yüzyıla dair böyle bir bakış elbette yaşadığımız dünyayı da düşündüğümüzde pek çoğumuz için bağ kurulabilir görülebilir. Bu manada oyunu değerli bulduğumu söyleyebilirim. Fakat bu yazıda yapmak istediğim şey, belki de hayatın her dönemde ve çağda birebir benzer olmasa da aynı tonda sorunlara sahip olmasının verdiği bilinçle, günümüz yaşamına dair güzel şeyleri yorumlamak ve insanların, özellikle günümüz dünyasının sorunlarına dair bir bilince sahip ve bundan rahatsızlık duyan insanların her koşulda ve sıkıntıda bile yaşama, tüm sorunlarına rağmen dünya uygarlığına dair güzel şeylerin de farkına varabileceklerini ortaya koyabilmek olacak. Bunu yapabilmemin temel nedenlerinden biri, benim de çeşitli sıkıntılar altında, her insan gibi belli oranda zorluklarla dolu olan kişisel yaşamıma rağmen yaşama dair güzellikleri görebildiğim bir bilince erişmem ve insan olmanın, diğer insanlarla bir arada yaşamanın ortaya çıkarabileceği tüm problemlere rağmen insanın bir çeşit düzen oluşturma gücüne, çabasına ve belki yaşamın mucizevi doğasına olan inancımın da etkisiyle dünyanın, alemin güzelliğine duyduğum hayranlıktır.
Bu arada oyunu izledikten sonra Alsancak’a geçtim ve sokaklarda yürüyüp yazabileceğim bir kafe aramaya koyuldum. Yağmur çiselemeye başlamıştı ve kapalı havanın da verdiği hafif melankolik haz ve huşuyla şehrin güzelliği daha da ortaya çıkmıştı. Bu manada kendimi, insan bilincinin toplumları bir arada tutabilecek şehir benzeri yapılar ortaya koyma gücü ve kabiliyetini daha da takdir ettiğim bir halde buldum. Kapalı havanın buna olan etkisi ise sanırım daha çok insanı düşünmeye, durgunluğa, çevresine dair belli bir farkındalığa iten doğasıydı. Sanırım insan, ya da en azından ben, açık, güneşli yaz havalarında kendimi daha çok yaşamın içinde, bu anlamda onunla bir bulurken kapalı, soğuk havalarda ise kendimi daha çok benliğimle, dünyayla, fikirlerle ya da soyut kavramlarla uğraşırken buluyorum. Bu bağlamda kapalı havaların da ayrı, kendine has bir güzelliği olduğunu düşünüyorum.
Bu minvalde düşüncelerle daha önce bulunmadığım bir sokağa geçtiğimdeyse karşıma çıkan küçük, boş bir kafeye oturdum ve bilgisayarımın başına geçtiğimde bu yazıyı yazma fikri zihnimde iyice belirdi. İçinde bulunduğum kafenin daha büyük bir yapı olan şehir, ülke ve dünyayla olan bağını düşündüğümdeyse kendimi uygarlığımızın insanların bir araya gelebileceği, oturup sohbet edebileceği ya da kendini dinlerken kendi işleriyle meşgul olabileceği, durup düşünebileceği ya da soluklanabileceği alanlar yaratmadaki kabiliyetini takdir ederken buldum. Bu noktada bu ve benzeri yerlerin kapitalizmin insanların bir araya gelme ve para harcama, içinde bulundukları düzen üzerine düşünmelerini engelleyip onları hayatın ve oluşum süreçlerini görüp hissedemedikleri yapıların içinde tutma gücünün de farkında olduğumu belirtmeliyim. Fakat bu durum elbette bu ve benzeri butik kafelerin, yerlerin ya da bu mekanları açan insanların temel amacı ya da düşüncesi değil. Bu manada insanlar için bir geçim kapısı hatta bu ve benzeri yerler ve bir anlamda da ekonomiyi ayakta tutan yapılar bunlar. Fakat sosyalist bir düzende de bu ve benzeri yerler, insanların soluk alıp bir araya gelebilecekleri, sosyalleşebilecekleri yerler elbette olacaktır. Hatta düşünceme göre sosyalizm iyi uygulanabilir ve totaliter bir rejime dönüşmezse bu gibi etkinlikler ve mekanlar sosyalist bir düzende daha insanca, sömürüsüz ve insanların doğasını, iyiliğini gözeten bir yapıda olacaklardır.
Yine de sanırım uygarlığımızın tüm sorunlarına rağmen birkaç saniye durup bir kafenin insanı diğer hayvanlardan ayıran bir şeylerin göstergesi olduğunun bilincine varabilir ve herkes için daha insani bir yaşam, düzen için birlikte çalışma potansiyelimizin farkına daha da derin bir manayla varabiliriz.
Bu gibi durumlar üzerinde de bir hissiyata sahip olduğum sıralarda oturduğum kafenin bir fotoğrafını çekmeye karar verdim. Fotoğrafı çektikten sonraysa fotoğraf sanatıyla kafelerin insana dair benzer güçlerin bir göstergesi olduğunun daha da iyi farkına vardım ve bu güçlerin sömürü ya da sürekli büyüme odaklı değil de yaşamın insanlaştırılması, estetikleştirilmesi yönünde kullanılırsa çok daha güzel bir dünyada yaşayabileceğimize olan inancım arttı. Bu manada insanlık önemli bir dönemde gibi görünüyor. Teknolojik gelişmelerin artışı ve temel ihtiyaçların karşılanmasında insan gücüne gittikçe daha az ihtiyaç duyulacak olması doğru kullanılırsa bu durum insanın sömürülmesindense onu insan yapan şeylere, yani sevgiye, barışa, bilime, sanata, yaşamın güzelliklerine ve elbette yine de toplumsal yaşam için çalışmaya, özellikle de bireylik bilinci artsa bile birlikte çalışmaya, yaşamaya yönlendirmeli gibi hissediyorum.
Bence yaşam, her türlü anlamdan yoksun, tesadüfi ya da insani bakış açısından kötücül görüşlere rağmen estetik bir şeydir. İnsan ise diğer hayvanlardan ayrı olarak ve en azından geniş uzaydaki bu dünyada, bu estetiğin bilincine gerçekten varabilme, onu yüceltme kapasitesi en yüksek olan canlıdır. Bunu doğadaki bir çiçeğin kendine has yapısında ve doğanın diğer unsurlarıyla olan ilişkisinde görebildiğimiz gibi insan üretimi bir bahçenin güzelliğinde de fark edebiliriz. Doğa elbette ilk aklımıza gelen manasıyla içinde bir iyilik taşımak zorunda değil ve ona böyle bir anlam yükleme saflığı ya da naifliğinde bulunmuyorum, fakat insan, hem doğadan hem de doğaya rağmen yaşayan bir canlı olmasıyla hem diğer hayvanlara benzer hem de kendi aklı ve zekası sayesinde onlardan ayrı bir varoluşa sahip. Bu manada hem doğal dengeyi bozduğumuz hem de insanı bir sömürü aracı olarak kullandığımız yüzyıllar artık geride kalmalı diye düşünüyorum. İnsan içinde yaşadığı dünyada barış içinde, sömürüsüz, doğal dengeyi gözeterek ve onunla belli bir uyum içinde kalmaya çalışarak, ve yine tüm bunlara nazaran güzel, estetik, insana yaraşır bir yaşam, düzen yaratma kapasitesine sahiptir ve bu güç insanın, dünyanın yararına kullanılmalıdır.
18.04.2024