Hareket edemeyeceğim kadar dar bir hücrede, rahatlık seviyesi umrumda olmayan bir koltukta uzanıyor olmayı hayal ederken buluyorum kendimi. Nem kokusu yükselen ıslak duvara dayanmaktan sırtımda oluşan yaralar kaşınıyor ama sırtım bana hiç bu kadar uzak olmamıştı. Sayamadığım kadar çok gündür aynı tişört var üzerimde; altımdaki pijamamsı ve bağcıksız spor ayakkabılarım da aynı. Tüm bunların yanında aynı olmasından tek kaçındığım şey kafamın içindeki düşünceler. İnsan bazen kendine ulaşmak ve kendi olmak için büyük çabalar göstermeye hazırken, bazen nasıl da kendinden uzak bir tutuma sarılmak istiyor.


Demir kapıya atılan bir tekme ya da yumruk ile titreyerek uyandırılıyorum. Titremenin etkisiyle kafamı arkamdaki duvara çarpıyorum. Tam o sırada, kapının üstüne yakın tarafta bulunan ve sürülebilen demirle kapanıp açılan yerden, beni tanımıyor olmasına rağmen bana karşı müthiş nefret biçimleri besleyen bir çift göz görüyorum. Yalnızca birkaç aylık bebeklerde olabileceğini düşündüğüm kadar tiz bir sesle "yemek yemek istiyorsan ağzını deliğe yaklaştır," diyor. Bu sese itaat edip, birkaç santim öne taşıyorum ağzımı. Muhtemelen atık su kanalına bandırılmış ve en az bir haftalık ekmeği ağzıma tıkıştırıyor. Çiğnerken utanıyorum. Utanıyor oluşum, tekrar utanmama sebep oluyor. Ekmeği yutulacak kıvama getirebilecek kadar çiğnerken, utanmadığım anıları hatırlamaya çalışıyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. "Burada doğmuş olabilirim," diye geçiyor içimden. Öyle olmasa da, iğrenç bir odanın içinde de olsam, dünyadan uzakta olmamın verdiği rahatlığı göz ardı edemem. Kalabalıklar içinde olmanın insana verdiği -tartışmaya kapalı- yaşıyor olmak hissini biliyor olsam da, yalnızlığın kutsanmış suyundan bir kereye mahsus yudum alabilmiş bir kişinin, üzerine çivilerle tahtalar sabitlenmiş bir mezarda huzur bulabileceğini savunmak, aşırıya kaçan bir fikir gibi görünmüyor bana.


Ağzıma tokmak gibi parmaklarla sokuşturulan ikinci lokmayı yutamadan kusuyorum. Kustuğum an bir bağırış duyuyorum, geç kalınmış bir aceleyle demir kapı açılıyor, beni daracık yerden çekip almaya yeltenen altı tane koldan -kapının darlığı sebebiyle- yalnızca üç tanesi erişebiliyor bana. Kendimi, sağ tarafımın üzerinde yerde sürüklenmeye devam ederken buluyorum. Sonra birden hızım kesiliyor. Beni bacaklarımdan tutup duvara çarpıyorlar. Suratıma vurulan ilk tekmenin hemen ardından, annemin evinde duran menekşenin kokusu çarpıyor burnuma; yediğim tekmeden daha az acıtmıyor canımı. Tüm bu acılara rağmen, tekmeyi yüzüme çalan kişiyi oraya geliş yolunda bir çiçek ezerken, varlığından duyduğu mutlak güvenle, her şeyi ezip geçmeye hakkı olduğu düşüncesinde hayal ediyorum. Gülümsüyorum. Toplumsal yaşayışın her köşesinde olabileceği gibi, gülümsüyor oluşum rahatsız edici görünüyor. Bir tekme tadı daha sinir ağzıma ve bununla birlikte bir buçuk dişim kırılıyor. Bu sefer yalnızca -menekşeler hiç olmamış gibi- kan kokusu alıyorum. Her şeye rağmen insan kuvvetiyle çekilir ve yaşadığım odada dik durur vaziyete getirilirken huzursuz bir huzur kaplıyor içimi. O anı unutacağıma ihtimal vermiyorum.