Her şeyin bize yeni ve ilginç geldiği, her şeyin değiştiği bir çağdaydık yani çocuktuk. Bir araba kaza yaptıysa mahallenin tüm çocukları hücum ederdik oraya. Duman arabası dediğimiz belediyenin böceklerle mücadele aracı geldi mi arkasına takılır, saatlerce zehirli bir duman içerisinde koşturur dururduk. İlk defa kar gördüğüm, ilk defa sis, gökkuşağı gördüğüm zamanlar da hâlâ aklımdadır. Ancak bunlar, birkaç saatlik seyirlerdi sadece. Beni en çok heyecanlandıran ise kapı önü ayakkabılarıydı. Çünkü onlar, yeni birileriyle tanışma yahut sevdiğimiz bir tanışla buluşma ihtimaliydi. İşte o yüzden çok sevdim kapı önü ayakkabılarını.
Efendim, çocukken ayakkabılar, içeride hazır ve nazır olan ayakkabılığa konmazdı çünkü ayakkabılık diye bir şey yoktu. Ayakkabılar hemen kapı önünde çıkarılırdı. Zaten evimizin dış kapısı hemen salonumuza açılırdı. Ayakkabılar bazen ve sadece akşamları içeri alınırdı. İşte bu sebeple eve geldiğimizde, kapı önündeki ayakkabılardan evde yeni birileri yani misafir var mı yok mu hemen anlardınız. İşte o an içinizde bir heyecan belirirdi; “acaba kim geldi bize?” Mesela gelen, Bayraklı’daki teyzenizin oğlu olabilir. Onun gelmesi demek, o günün çok mutlu ve neşeli geçmesi demektir. Ya da Ankara’dan, sizi gülmekten ağlatan halanızın oğludur belki gelen. O durumda da içeri girer girmez “vay ulan Gıyasettin Abi” diyerek seğirtir, sarılırsınız neşeyle. Tabii gelenler hemen kapı komşusu da olabilirler ki bu durumda kapıda genelde ayakkabı değil terlik bulunur. Olsun, o da bir şeydir. Neticede evde misafirin bulunması, babanın anneyi dövememesi de demektir. Evet, misafir dediğimiz varlığın farkında bile olmadığı en önemli görevlerinden biri de evdeki kavgayı engellemesidir.
Diğer yandan, ergenlik dönemindeyseniz, iki şey önem kazanmaya başlıyor. İlki, kapıdaki ayakkabı sayısı. Bunlar ne kadar fazlaysa, misafir sayısının da çokluğu demektir ki bu da hiç tanımadığınız insanlara “hoş geldiniz” demenin zorluğunu o derece artırır. İlk gençliğini “hoş geldiniz” demenin, tanımadığı insanların yanında oturmanın zorluğu ile baş etmekle geçiren biri olarak kalabalık misafirin ne demek olduğunu iyi bilirim. O durumda en güzeli, hiç içeri girmeden hemen sıvışmaktır. Sırf “hoş geldiniz” diyemediğim için kaç gecemi aç biilaç sokaklarda geçirdiğimi bir ben bilirim… Diğer yandan ergenliğin ikinci önemli sorunu karşı cinstir. Düşünün, ortaokuldan çıkıp eve geliyorsunuz ve kapıda bir genç kız ayakkabısı var. Kim acaba ve güzel mi? Evet, bunu da yaşadım. Bir keresinde mahallede çok sevdiğim kızın bize geldiğini görmüştüm de utandığım için oturma odasına giremeden direk mutfağa geçmiştim. Oysa ne çok isterdim, ona yakından bakabilmeyi. İşte bunu çok istediğim için hep uzaktan baktım ya… Yine bir keresinde çok güzel bir kız, babası ve küçük kardeşiyle birlikte evimize gelmişti. Kız çok güzeldi çünkü hem küt saçlı hem de gözlüklüydü. Hatırlayanlar bilir ki, 90’lı yılların başında gözlük ve küt kesilmiş saç, güzel olmanın alamet-i farikalarındandı. Şimdi görsem asla tanımam bu kızı, çünkü onu o haliyle gördükten sonra güzel olduğuna o kadar ikna olmuştum ki ikinci defa yüzüne bakmaya gerek bile duymamıştım (Tabii bunun bir de aynı kızları gözlüksüz görüp “bu aynı kişi mi” diye şaşkınlıktan dilini yutma versiyonu da vardır)… İşte o gün nasıl olduysa artık, ben mi önerdim yoksa babası mı bizi başından savmak için söyledi; kardeşinin elinden tutup parkta gezdirmeye çıkmıştık. Elimde kardeşinin eli vardı ama sanki kardeşi onunla aramıza bir rabıtaydı. Sanki onun elini tutuyormuşum gibi hissediyordum. Ortaokul yıllarım boyunca yaşıtım bir kızın elini tutma maceram bundan ibarettir dostlar. Düşünün, kızın değil kardeşinin elini tutabildim sadece. Ah aşk! Sen ne salaksın.
Ve yıllar geçtikçe, biz büyüdükçe, kapımızın önündeki ayakkabılar azalmaya başladı. Hemen yan komşularımız dahi gelip gitmez oldu. Evimize gelenlerin çetelesini tutsak, belki de yılda yirmi kişiyi geçmeyecek. Sadece iki teyzem ve eşleri var peyder pey gelen; başka da kimse yok. Ve kapımızın önünde, bakkala gitmelik iki terlik var sadece. Oysa içimde, kapı önü ayakkabısı heyecanı hâlâ dipdiri. Şaşırmaya ve sevinmeye devam ediyorum. Demem o ki arayı uzatmayın; gelin, gidelim… Her derdimizin dermanı ve tüm sevinçlerimiz yine insanlarda.
9 Mart 2018 Cuma
Gültepe
umutulas
2021-09-08T09:29:15+03:00Fatotes arkadaş ve arzuu; beğenileriniz için çok teşekkür ederim. Gerçekten de çocukluğumun, bir başka dünya olduğunu düşünürüm. Ve anlatabiliyor olmak çok büyük bir mutluluk. Günümüzün çocuklarının ise giderek hatırasızlaştığını görmek öylesine üzüyor ki... Nihayet insan, hatıradan (ki her hatıra, anlatılırsa bir öyküdür aslında) başka nedir ki?
Fatotes
2021-09-07T20:58:46+03:00Umut hocam yazılarınızı gerçekten beğenerek okuyorum. Anılarınızda öylesine samimi bir dil kullanıyorsunuz ki dinlemek, geçmişinize tanık olmak apayrı bir heyecan katıyor insana. Kaleminize sağlık :)