Önce sevmeyi bıraktım, sonra yüreğimin yerini unuttum. Ruhumun ışıklarını tek tek söndürdüm, ateş böceklerini öldürdüm. İçten içe kendimi katlettim. Sonra birden fark ettim gözümdeki ışıkların söndüğünü, yüzündeki gülüşün öldüğünü. Sonra okuduğum kitapları bıraktım, mırıldandığım şarkıları unuttum, şiirleri tek kalemde sildim. Çay içmeyi bıraktım, sigara sarmaz oldu artık. Acı kahve içmeyi de bıraktım, yalnızlığım beni terk ettikten sonra alamaz oldum o acı tadı bir türlü... Bıraktım, her şeyi bıraktım... Mavi gökyüzünü bıraktım, ay ışığını bıraktım, çektim perdeleri sonuna kadar. İçeriye girmez oldu kuşlar, kelebekler.


İçeride olan her şey ise yavaş yavaş ölümü seçti. Haklarını vermeliyim, çok çabaladılar fakat dayanamadılar, kaybettiler bu savaşı. Mesela o mavi duvarım artık mavi değil ama ben onu hep öyle hatırlayacağım ne de çok savaştı karanlık ile, rutubet ile, benimle ama sonunda boyun eğdi, gitti. Rengini de alıp gitti. Geriye ise bomboş, renksiz, ruhsuz beton parçası kaldı. Ya o bardaklar, en çok onlar sıktı canımı. Toz kondurmadılar kendilerine, sonra ise sararıp soldular. Pencereler, o pencereler yok mu... Her gün rüzgar ile iş birliği yaptılar açılmak için. Kaç rüzgar esti, kaç fırtına vurdu ama inat ettim. Açmadım, açtırmadım. Sonra onlar da gitti ya da daha büyük planlar peşindeler. Komşular ne kadar da kolay uydurup inanıyorlar kendi yalanlarına. Neymiş efendim delirmişim, kafamdaki tahtalar eksilmiş, içeride bir canavar besliyormuşum. Hadi oradan be, siz dururken ne canavarı... 


Vazgeçtim işte her şeyden, vazgeçtim. Neden mi? Değmiyor efendim, değmiyor. Kimse hiçbir şeye değmiyor. Beş para değil, beş kuruş etmiyor dışarıdakiler. Kapadım kapılarını yüreğimin, bütün ışıkları söndürdüm. Hadi, hadi! Gelsinler de üzsünler beni. Hadi vicdanıma güvenip, kırıp, parçalayıp kandırsınlar beni. Yapamazlar, yapamayacaklar. Evet, gerekirse bu karanlıkta çürüyeceğim ama onların oyunlarına gelmeyeceğim.

Kapım çalıyor, hangisi geldi acaba? O sahtekarlar mı, yoksa penceremi yumruklayan fırtına mı?


Kimsin diyorum, ses yok. Tekrardan soruyorum, ben soruyorum, o daha da şiddetli yumrukluyor kapıyı. Daha fazla dayanamayıp sinirle açıyorum kapıyı. Karşımda duruyor, kalabalıklar arasında kaybettiğim, insanlara inanıp bıraktığım yalnızlığım. Gir dememi bile beklemeden dalıyor içeriye. Kapıyı kapatıp gözlerimi ona dikiyorum. Ne diyebilirim, ne söyleyebilirim? Özür mü dilemeliyim ya da başka bir şey mi demeliyim? Ben niye özür diliyorum? Tamam, ben bıraktım onu, peki o neden hemen gitti?


Mutfağa geçiyor, ben de peşinden gidiyorum. Cezveyi alıp kahve yapıyor. Bu... Bu nasıl olabilir, dokunduğu her şey birden canlanıyor. Eski güzelliğine geri dönüyor bu paslı bardaklar bile... Dayanamıyorum, soruyorum neden geldin diye. Gülümsüyor, beni çağırdı diyor. Kim, diye soruyorum. İçindeki çocuk günden güne ölüyormuş... Tabii sen de iyi görünmüyorsun, dedi... Ha! Ben başımın çaresine bakardım, hiç zahmet etmeseydin diyorum. Ya gerçekten bakıyordum başımın çaresine. Başsız horoz bile benden katbekat daha iyidir. Geçip oturuyorum tozun içinde kalmış koltuğuma. Karşıma geçip oturuyor, birden koltuk da yenileniyor. İlk aldığım günkü gibi oluyor. Bu neydi böyle? Kahveyi elime tutuşturuyor. İstemeye istemeye bir yudum alıyorum. Birden gözümün içindeki ışıklar yanıyor, aynı acı tat... İçim birden alev alıyor. Her yer aydınlanıyor... Gözümden birkaç damla yaş düşüyor. 


Kimi cezalandırıyorsun, onları mı kendini mi? Kimden kaçıyorsun onlardan mı kendinden mi?

Yaşamayı bırakmak bu kadar kolay mı efendim?

Bakın, nasıl da mutlu oldunuz kahvenizi içtiğinizde. Nasıl vazgeçersiniz başkaları uğruna kendimizden. Yaşam size sunulmuş bir lütuf onu nasıl yetim bırakırsınız yaşarken. Haklıydı yalnızlığım, hem de çok haklıydı. Kimi bıraktım ben, kimi cezalandırıp kimden vazgeçtim. Kendimi unuttum, ben kendimi kaybetim. Aman Tanrım! Yaşayan bir ölü oldum. 


Canlanma zamanı. Yalnızlığım ile içtiğim kahve bitince koyuldum işe, pencereleri açtım, kapıları açtım, duvarımı boyadım. İçeri buyur ettim bütün güzellikleri, şarkıları, en güzel nidaları. Ruhumun ateş böceklerini geri verdim, içimdeki çocuğa masmavi gökyüzünü bahşettim. O da yüzümdeki gülüşü ve gözlerimdeki yıldızları hediye etti bana. Gayet makul bir alışverişti. :-) Tekrardan benimle can bulmuş renkler ile yaşayan evime baktım. Yaşamak, senden nasıl vazgeçilir ki? Her gün doğmak, her gün can bulmak... Ne diyordu "Suç ve Ceza" romanında, hani bir idam mahkumu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: “Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse, o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.”


İnsanlar gelmez oldu evime yoksa kapılarım ve pencerelerim sonuna kadar açık. Delirdiğimi düşünüp hakkımda binbir türlü hikayeler, efsaneler uydurmaya başladılar. Kim bilir efendim, belki de gerçekten delirdim. :-) Fakat yaşamın tadına vardım. Delirmişim ise de bırakın deli kalayım. Şarkılar, şiirler, kahveler, çaylar, yalnızlığım ile mest olduğum gökyüzü, kayan yıldızlar eşliğinde tutulan dilekler. Bahçemde baharın müjdecisi kuşlar ve çiçekler.


Efendim, yaşamak efendim, yaşamak evet. Yaşıyorum... Evet hissediyorum... Ruhum özgürlüğü tattı, yüreğim sevgi ile doldu. Ne mutlu bana, darısı herkesin başına. :-)