Kendimi sürekli aşağı da görmekten bıktım. Ne kadar çabalarsam çabalayalım sanki asla yukarı çıkamıyorum. Böyle hissettiğim zamanlarda zihnimde şöyle bir anı canlanıyor. Lisede ki kız arkadaşım bana sen hiç denizin altındayken güneşe baktın mı diye soruyor. Sorunun cevabı evet olmasına rağmen farkındalıkla yapmadığım eylem olduğu için cevabı dudaklarımdan hayır olarak dökülüyor. Duruyorum. Şimdi kulağımı dolduran yalnızca deniz sesi var, nefesimi tutmuşum. Sadece burnum değil, benimle birlikte nefes alan bütün hücrelerim denizle dolu. Suyun altındayım, kafamı yukarı doğru kaldırıp denize bakıyorum. Acaba daha derinde olsam nasıl yine de aynı hissettirir mi diye düşünüyorum. Boğulmaktan öte umut gibi. Yersiz yönsüz zamansızlıkta ışığa doğru hareket etmenin verdiği özgürlük kalbimde ki karanlığı kovuyor. Yinede bu denizin altında olduğum, nefessiz kaldığım ve bütün hayatım boyunca oksijenle dolan hücrelerim işte şimdi, tamda şu anda artık bu eylemi yapmadığım gerçeğini değiştirmiyor. İşte kendimi aşağıda hissetmekte buna benzer bir his.

Balkona çıkıyorum, derin nefesler almak, dışarıda gözlerimi farklı nesneler üzerinde gezdirmek için. Kimsenin söylediği şeyler kulaklarıma etki etmiyor, böylece zihnimde toz tanesi kadar bile durmuyor. Sadece ben varım, kendime karşı kendim. En acımasız eleştiriler de yine kendimden geliyor. Güneşte oturmanın da iyi hissettirmediği günlerden birindeyim. Bu ev, bu duvarlar hatta bu hayat dar geliyor bana. Kulağımda uzunca süredir sessizlikte oturmanın verdiği çınlama sadece.

Hayatın içinde akıp gidiyoruz, içimde önemli biri olmanın verdiği dürtüsellik, günlerin boşa geçiyor diye bağırıyor bana. Hayatım boyunca hiç durmamışım. Nedenini bilmeden hep üretmişim, hiç ara vermemişim. Niye ürettiğimiz bile bilmezken, üretmeye devam etmişim. Tükendiğimi sandığım günlerde bile devam etmişim. Ama yetiştirilen genç nesilde ki gibi yarış atı misali değil, sadece içimden öyle geldiği için. Sonra bir sabah uyandım, hayatım bir daha asla eskisi gibi olmadı. Telefon çaldı, telefonun ucunda babamın kanser olduğu haberi vardı.

Ürettiğim her şeyi kaldırıp çöpe attım. Belki de bahane arıyordum durmak için. Şimdi sadece ailem için çabalıyor, onların etrafında dört dönüyordum. Hiç alışkın olmadığım bu ruh halinde depresyon her gün beni aşağıya çekiyordu. Hep daha da karanlık, daha da umutsuz. Kendimin olabilecek en karanlık versiyonlarıyla geceleri savaş veriyordum. Durmak bana yaramıyor galiba diyip, çantamı alıp bir yerlere gidiyordum. Gitmek de bana yaramıyor diyip hemen geri dönüyordum. Sıkıştığım bir döngüdeyim.

Kendime inanamıyorum.

Sonra fark ettim ki hiç özel olmadım bu dünyada. Sadece gelip geçiciyim. Olabileceğim potansiyellerimi bildiğim için kendime sürekli kızıyorum. Hala tutkumu bulamadım. Hala kendimi hiç bir şeye yüzde yüz vermedim. Beni mutsuz eden, derinlere çeken, ayak bileklerimde ki ağırlık bu. Onları yakaladım, beni sarıp sarmalayan zincirleri. Artık beni kötü hissettiremezsiniz diye bağırdım. Yakaladığım yerden kırdım. Şimdi daha iyi hissettiriyor ama hala arıyorum hayatımı. Neredesin tutkum?