Sokağı arşınlıyorum. Her adımda aklıma gelen harfleri tekmeliyorum. Önce beş, sonra şeş, “hameş” diyor biri. “Yok!” diyorum, bağırıyorum sessizce. “Hecele,” diyorum. Anlamadım. Bakıyor. Masum olduğunu düşünüyorum, masum olduğuna inanmak istiyorum.


Ama bir çocuk yan tarafta kemerle dövülüyor. Çocuğun attığı kahkahalar zihnimde çınlıyor. Birkaç kere. Önce bir, sonra kaç kere. Müdahale etmek istiyorum. Elime kemer geçiyor, dayanamıyorum, patlatıveriyorum bir-iki tane. Sonra çocuğun gözyaşları önüme düşüyor. Sessizce eğilip alıyorum yerden. Kahkahalarına karışıyor gözyaşları. Çok güldüğünde ağlar insan. Ben de çok güldüğümde ağlamıştım birkaç kere.


Ama sonra vazgeç dediğini duyuyorum çocuğun. “Bana acı veremezsin,” diyor. Acı vermek istediğimi nereden çıkardı ki? Hem bu yapışkan kemer nasıl elime geçti? Fırlatmak istiyorum. Bir-iki kere sertçe itiyorum. Her ittiğimde çocuğun gül rengi kollarına çarpıyor. Diken veriyorum ona, kuşkusuz.


“Vazgeç,” diyor bir kez daha. Yardım etmek istiyorum. Bir an duruyorum. Öyle sanıyorum, durdum. Ama kemer yine elime geliyor. Gidiyor hızlıca. Bir var bir yok. Başımı kaldırıyorum göğe. Güneşin ışıkları sakallarının arasından sızıyor. Her vuruşunda bir şeyler hissediyorum. Önce kaldırıyor, sonra indiriyor. Bu hareketler çocukken oynadığım oyunlara benziyor.


Gülmek geliyor içimden. Kahkahalarla gülüyorum. Çığlık çığlığa. Gıdıklarsanız güler insanlar. Yeterince gıdıklarsanız, gülemeyen birini bile güldürmeye başlarsınız. Hatta ölmüş bir canavarı bile yeterince gıdıklarsanız, kahkahasını duyabilirsiniz.


Bir anda durmasını söylüyorum. Ama durmasını söyledikçe daha da şiddetleniyor. O kadar hızlanıyor ki durdu mu, devam mı ediyor anlamıyorum. Ayağa kalkmaya karar veriyorum. Bir karar veriş bu kadar zor olabilir mi?


Kulağıma kemerin hışırtıları geliyor. Rüzgar güllerinin sesini ve güneşin yakıcılığını hissediyorum. Sanki ağzımdan bir gül çıkaracakmışım gibi. Önüne dökmek ve dikenleriyle çıplak ete bir resim çizmek için. Gülümü gösteriyorum dayakçıma. Ağzımı açıp dişlerimdeki çürüklere, kırıklara, nefesimin ölümcül kokusuna aldırmadan. Bir cesedin çürümüş ağzını gösteriyorum.


Kemer elinden düşüyor. Korkuyla af diliyor benden. Oysa ona devam etmesi için cesaret vermek istemiştim. Kemerini uzatsam da titriyor elleri. “Uzak dur benden,” diyor. Gözlerinde acıyı görüyorum. Kemerini yerden alıyorum. Biraz daha gülmek istiyorum. Gıdıklamaya başlıyorum kendimi.


Her kahkahamda işkencecimin acı çığlıklarını duyuyorum. “Ölmek,” diyor buna. “Ölmek.” Oysa çiçeğimi kabul etmemişti. “Ne kadar nezaketsiz,” diye düşünüyorum. Biraz da hoşuna gitsin diye kemerle dürtüyorum. Güller dökülüyor ağzından. Sonsuz güle sahip olduğunu bilmiyormuş gibi bakıyor onlara. Onların bir gül olduğunu bilmiyormuş gibi.


Yalvarıyor. “Bırak,” diyor. “Boynuma asayım şu kemeri.” Tavan arasına asılmış bir gülün estetik anlayışıma hitap edeceğini düşünüyorum. Uzatıyorum kemeri. Ama yapamayacağını biliyoruz.


“Vazgeç,” diyorum. Vazgeç.