Sanatın günümüzdeki konumuna dair:


Yaşadığımız toplumun insanlarının hızla üreten ve tüketen robotlara dönüştürüldüğü bu çağda, sanat yapıtları da bu karmaşıklıktan gerek olumlu gerek olumsuz yönde etkilenmektedir. 21. yüzyılın en büyük problemlerinden biri de sözde sanatçıların sanattaki usta - çırak anlayışını tamamen zıddı bir oluşuma doğru çekmeleri gerçeğidir. Bu anlayışa göre sanatta “aura” denen şey tamamen yok olmuş, bilinmezliğe karışmıştır. Bu yazıda Walter Benjamin’in sanat görüşünden hareketle sanatta takınılması gereken tutumdan, akabinde insanın üzerine düşen görevi ne denli yanlış anladığından bahsedilecektir. Devamında yapılacak olan usta Platon çırak Aristoteles karşılaştırılması ile temellendirilen görüş, sanatçıya düşen görevlerin belirtilmesi ile son bulacaktır.


Carl Sagan’ın 1980’de yayımlanan “Cosmos: A Personal Vayoge” belgeselinde tüm insanlığın yıldız tozları tarafından oluşturulduğundan bahsedilir. Bu sözün temelinde yatan mucizenin doğru anlaşılması durumunda insanlığın dünya üzerindeki rolü de açığa kavuşmuş olacaktır. Evet, hepimiz birer yıldız tozuyuz. Büyük yıldızların devasa patlamaları sonucunda etrafa saçılan cüce gri gezegen parçacıklarının oluşturduğu birer canlı veya cansız varlık... Tüm insanların temelde yöneldikleri anlayışların akıl almaz benzerliğinden hareketle, insanlığın ayrılamaz bir bütün olduğunu söylesek hiç de yanlış olmaz. İşin asıl ilginç yanıysa bu belgeselin 2014 yılında yayımlanan 2. sezonunda da aynı cümlenin tekrar ediliyor oluşudur. Sanat anlayışındaki bu usta - çırak ilişkisinin temeli de bu örneğe dayandırılabilir. Aslında hepimiz birer parça olarak oluşturduğumuz lineer bütünlüğün evlatları ve gelecek neslin kendisinden ilham alıp yeni sanat eserleri üreteceği birer “sanatçıyız.” Hayat sanatını… Sanatların en zoru ve aktarılabilenini…


20. yüzyılın en önemli filozoflarından Walter Benjamin, günümüz sanatına dair ipuçlarıyla bakışları üzerine çeker. Dönemindeki fikir çatışmalarının en temeli sanat ve zanaat farkının ispatıyken o, tüm bu tartışmalardan sıyrılıp ayrı bir konuma yükselmeyi hedeflemiştir. Öyle ki ünlü filozofun yazdığı makalelerde de sanatın geçmişten beri yaşadığı ve ileride yaşayacağı değişimlere dikkat çekilmiştir. Benjamin, üzerinde durduğu sanat - teknoloji ilişkisinden hareketle yeni çağdaki sanat eserlerinin çoğaltılabilirliği ile ilgili ipuçları sunmaktadır. Düşünme eyleminin bile mekanikleştirildiği günümüz toplumu tabii ki bu düşünceyi de anlamlandıramaz ya da anlamak istemez. Hatta zamanın bile tüketilebildiği robotik çağda sanat eserlerinin çoğaltılabilirliği fırsatı bile korkunç bir sapmayla handikap haline dönüştürülmüştür. Sanat tekniklerinin sanat eserlerine olması gerektiği gibi yansıtılabilmesi ve gelecek nesillere aktarılabilmesi ise ancak teknolojinin doğru kullanılması ile mümkün olacaktır. Aksi halde Benjamin’in kitle iletişim araçlarının sanat eserine özerklik kazandıracağı anlayışı da doğrultusundan sapacaktır. Bu anlayışa göre sanat eserleri insanın ayağına kadar gelmiştir. İnsanın artık ustasının izinden gitmesine gerek kalmamıştır, hiçbir şey onun için üretmeye itici bir güç olamaz. Kulağa güzel geldiği söylenemez.


Walter Benjamin’in eleştirilmesi gereken görüşlerinden biri, teknolojinin sanat eserlerini çoğaltılabilir bir hale getirmesinin olumlu bir durum olduğudur. Çünkü bu anlayış insanları teknolojinin sayısızca fırsatını hazıra konma aracına dönüştürmeye itmiştir. Sinecdoche kavramı doğrultusunda insanlık içerisinden birisinin seçilip incelendiği takdirde tüm insanlık hakkında genel çıkarım yapılabileceği bu dönüştürülmüş toplumda insanların hazıra konmaları, sanat eserlerinin usta - çırak ilişkisi kaynağını ve devamındaki üretkenliği normal olarak deforme etmektedir. Bu noktada Mcluhan’ın global köy benzetmesinin birebir gerçekleştiği de söylenebilir.


Sanat yapıtlarına atfedilen anlamları birçok farklı etkene bağlamak mümkündür. Sokrates’in etik ve felsefi var oluşunda ihtiyaç duyduğu, kendisinin bu ihtiyaçtan var ettiği ustası Daimon düşünülürse bu durum günümüz toplumunun daha iyi görülüp anlaşılmasını sağlayacak bir mihenk taşı görevi üstlenir. Örneğin geçmişte inanma ihtiyaçlarından doğan ritüelistik sanat yaklaşımları, sonraları yerini sanat için sanat anlayışına bırakmıştır. Sanat eserinin bu yeni formu geçmişte usta çırak ilişkisinden kaynaklanırdı, şimdi ise taklitçiliğe dönüştürüldü ki bu dönüşüm bile yine aynı insanlar tarafından eleştirildi. Buradaki taklit anlayışı normalde olması gereken beceri ispatı anlayışından çok farklı bir kopyalama eylemini ifade eder. Bu yüzden günümüzde özgün olmak her şeyden önde gelen bir beceri ve ustalık kanıtı sayılırken geçmişte bu durumun tam tersine taklit edilen eserin yani ustasının izinden giden bir çırağın başarısıdır asıl taktire şayan olan. Retorik geçmişte Bağdatlı Ruhi’ye nazire yazan Ziya Paşa’nın ondan daha başarılı bir konuma yükselmesi ustasına sunduğu bir hediye olarak anlaşılırken günümüzde aynı olayın yaşanması insanların birbirlerine savaş açmasına sebep olur. Bu durumda yaşanılan çağın sanat eserlerine etkisi göz ardı edilemez bir olgudur.


Usta Platon mu? Çırak Aristoteles mi?


16. yüzyılda Raffaelo tarafından yapılan ünlü Rönesans freski Atina Okulu’nda Platon formlar dünyasına, yukarıya doğru işaret ederken Aristoteles elini önündeki dünyaya uzatır. Bu iki düşünürün varlık hakkındaki yorumları eserlerine olduğu kadar sanat anlayışlarına da yansımıştır. Platon çoğu sanatın, savunucusu olduğu formların yanlış anlaşılmasına sebep olduğu gerekçesiyle ideal devletine dahil edilemeyeceğini savunur. Buna karşılık öğrencisi Aristoteles ise sanat eserlerinin birer taklit, kendi deyimiyle birer mimesis olduğunu düşünür ve sanatçı ona göre hem olanı hem de olabilecek olanı yansıtabilir. Sanat bir taklitten ibaret değildir, sadece mimesisten faydalanır. İşte bu yüzden sanat görüşünü ortaya atan ilk kişinin Platon olması ve akabinde kendisi ile çelişen görüşleri, Aristoteles için bir çıkış noktası olmuş ve Poetika adlı eserinde bilinen ilk tutarlı sanat kuramını sergilemiştir. Bu noktada çırağı, sanatsal anlamda ustasının önünde gibi düşünülse de temelde birbirlerinden ayrılamaz bir bütün ve birbirlerinin başarı kaynağı oldukları unutulmamalıdır. Çünkü “Her şey karşıtlıklardan doğar.”


Byung-Chul Han’ın “Güzeli Kurtarmak” adlı kitabında da Platon’un sanat anlayışı ile ilgili ipuçları bulunur. Bu ipuçlarından biri de Platon’a göre güzel ve yüce kavramlarının ayrılmamış formunun ayrıştırılamaz oluşudur. Ona göre güzelin varlığı hazzı değil şaşkınlığı meydana getirmelidir. Günümüzde ise bu anlayışın tam tersine estetik anlayışı insanı sarsmak yerine fenomenin kendisini beğenmesini onaylamakla meşguldür. Birilerinin izinden gitmek günümüz robotları için bir eziklik, eksiklik belirtisi; taklit ise birebir çalmak anlamına gelen bir özgün olmama durumundan ibarettir. Bu insanların durumu dev yapıt Savaş ve Barış’ta geçen şu cümlelerle açıklanabilir: “Makinenin yapısını bilmeyen insan onun en önemli parçasını bir çöp değil de sessizce dönen küçük, dişli bir çark olduğunu anlayamaz.” Buradaki makine sanat anlayışının ta kendisidir, sessizce dönen küçük dişli çark ise ustasının peşinden giderek sanat eserlerinin devamlılığını sağlamadaki en temel görevi üstlenen çıraklar, yani geleceğin ustası konumundaki insanlardır.


Sanatçıya Düşene Dair:


Raffaelo… Atina okulu... Zerdüşt’ün elinde gök küre bulunur, Batlamyus’un elinde ise yerküre. Asıl önemli olan bu iki klasik Yunan medeniyeti filozofunun arasında yüzü bize dönük olan biricikliğin sanatçı Raffaelo oluşudur. Bu devasa eserde insanlığa dönük olanın yani bizi görüyormuş hissi veren tek kişinin sanatçının ta kendisi oluşu, tabii ki bir tesadüf olamaz. Geçmişten bugüne çağlar ve teknikler değişse de sanatçının üzerine düşen görev hep aynıdır. 21. yüzyıl sokak sanatçılarından Banksy ile Raffaelo’nun yaptığı şey temelde birbirine çok benzer: İnsanlara bir şeyleri göstermek ve aydınlanmalarını sağlamak için bir çıkış noktası sunmak. Özellikle günümüz toplumunda insanlar bırakın özgünlüğü, taklidi bile eleştirecek kadar bahane arayan tembel somurtkanlara dönüştürülmüşken ayaklarını kullanıp bir yerlere giden, zihinleri ile yeteneklerini harmanlayıp insanları uyandırmayı amaç edinen ve bu amaca sonsuza kadar sadık kalan übermech varlıkların gerekliliği yadsınamaz. Yoksa sanat, izlemek ve oturmak insanının başarabileceği basitlikte bir uğraş olsaydı en büyük sanatçılar fresklerde yer ve gök kubbe arasındaki o devasa göndermede de olduğu gibi, bize dönük ve GÖREN konumundaki insanlar olamazlardı. Sosyal teorist Michel De Certeu’nun, kentin bir metin gibi okunabildiği ölçüde var olduğu görüşü sanat yapıtları için de geçerlidir. Her şeyin temelinde olduğu gibi sanatın temelinde de insan vardır. Sanat, ritüeller gibi insan ile bağlarını kuvvetlendirdiği ölçüde var olabilir. Bu bağları kurabilecek olan yegane varlık çıraktır. Geleceğin ustası ve geleceğin çıraklarının dayandığı temel… Karşıtlıkların oluşturduğu bütünsel düzen…