Genç adam, satranç tahtasının başında taşların soğuk düzenine dalmış, karmaşık bir huzur arıyordu. Her hamle, zihnindeki sessiz kaosla yüzleşmenin bir yoluydu. Tahtanın başında saatlerce oturabilirdi. Ancak bu gece, saat ilerledikçe içindeki huzursuzluk daha da derinleşiyordu. Kapı yeniden çaldığında irkildi. Bu saatte kim olabilirdi?
Kapıya gitti, tereddütle açtı. Karşısında Hatice duruyordu, bu kez üzerinde sade bir palto vardı, yüzünde alışılmadık bir kararlılık ve utanç karışımı. Göz göze geldiklerinde zaman bir anlığına durdu.
"Bu saatte... bir şey mi oldu?" diye sordu genç adam, şaşkınlığını gizleyemeden.
"Konuşmamız lazım," dedi Hatice, sesi titrek ama netti. "İçeri girebilir miyim?"
Genç adam bir adım geri çekildi, kapıyı sonuna kadar açarak. "Tabii, gel."
Salona girdiklerinde Hatice, satranç tahtasına bakıp başını çevirdi. Genç adam onun çekingenliğini fark etmişti. "Çay koyayım mı?" diye sordu.
"Hayır," dedi Hatice kısa bir süre sonra. "Uzun kalmayacağım."
Sessizlik. Hatice oturmayı reddetti, salondaki ince gerilim havayı keskinleştiriyordu. "Daha önce buraya geldiğimde... seninle bir sınırdaydık. O sınırı geçemedim. Ama bu gece buradayım."
Genç adam derin bir nefes aldı, ona yaklaştı. "O sınır, senin kendine koyduğun bir sınırdı. Ben hiçbir zaman seni zorlamadım."
Hatice'nin gözleri yere kaydı. "Zorlamadın, ama varlığın bir meydan okuma gibi. Beni kendi inançlarımla, kendi korkularımla yüzleşmeye zorluyorsun."
"Ve şimdi?" dedi genç adam, gözlerini onun üzerinde sabitleyerek.
Hatice, omuzlarını düşürerek başını kaldırdı. "Şimdi buradayım. Ama bu, içimdeki savaşı bitirdiğim anlamına gelmiyor. Belki de sadece kendimi daha da derin bir karmaşaya sürüklüyorum."
Genç adam sandalyesini çekip oturdu. "Biliyor musun, tasavvufta 'Enel Hak' diye bir kavram vardır. 'Ben Hakkım' demek. Bu, insanın ilahi olanla bir olduğunu kabul etmesi anlamına gelir. Biz ayrı değiliz, Hatice. Her şey, herkes aynı bütünden."
Hatice, bir an onun bu cümlesine tepki veremedi. Sonra alaycı bir gülümsemeyle, "Evet, ama tasavvufta da nefsi terbiye etmek vardır. Senin bahsettiğin şey özgürlük değil, başıboşluk," dedi.
"Başıboşluk değil," diye karşılık verdi genç adam sakin ama net bir tonla. "Kendini tanımak, kendi hatalarını kabul etmek ve onlar üzerinden yükselmek. Günah dediğin şey ne, Hatice? Bizi gerçekten yakan o mu? Yoksa insanların koyduğu sınırlar mı?"
Hatice'nin yüzü kızardı. "Günah... insanın ilahi düzenden uzaklaşmasıdır. Sen bunu basitleştiriyorsun."
"Ya o uzaklık, sadece bir yanılsamaysa? Ya günah dediğin şey, sadece korkularımızın başka bir yüzüyse? Biz birbirimizin parçalarıyız. Senin bedenin, senin ruhun. Bunlar, başka birinden ayrı değil. Ve bu gece buradasın. Kendine sorman gereken şu: Bu günah mı, yoksa seni sen yapan bir gerçek mi?"
Hatice, gözlerini kaçırarak ayakta durmaya devam etti. "Bedenimi bir başkasıyla paylaşma fikri... bana hep yabancı geldi. Bu, sanki bana ait bir şeyin elimden alınması gibi. Ama belki de bu, kendi bedenimle barışık olmamamdan kaynaklanıyor."
Genç adam ayağa kalktı, ona birkaç adım yaklaştı. "Bu bir sahiplik meselesi değil, Hatice. Bu, iki insanın bir bütün haline gelmesi. Ama haklısın. Eğer bu senin için bir zincirse, seni zorlamayacağım. Çünkü özgürlük, sadece kendi seçimlerinde saklıdır."
Hatice'nin gözleri doldu. "Belki de özgürlük benim için yalnızca bir hayal. Bilmiyorum. Ama burada olmam doğru değil. Bunun ağırlığını taşıyamam."
Genç adam ona yaklaştı, ancak dokunmadı. "Sana saygı duyuyorum. Ama bu gece buraya geldiysen, bir yanın o sınırı aşmak istiyor. Kendine yalan söyleme, Hatice."
Hatice, hızla arkasını döndü ve kapıya yöneldi. "Belki de seninle olmak... beni kendi içimde yakacak bir ateştir. Ve buna hazır değilim."
Kapı bir kez daha kapandığında, genç adam sessizliğin içine gömüldü. Arzu'nun hayali bir gölge gibi yeniden zihnine doldu. Tahtadaki taşlara bakarken, bu kez oyun çok daha karmaşık ve çözülmez bir hale gelmişti.
Fısıltı gibi bir cümle döküldü dudaklarından: "Belki de biz, sınırlarımızla varız. Ama o sınırların ötesinde ne olduğunu bilmeden yaşamaya devam ederiz."
Genç adam, Hatice'nin ayrılışından sonra bir süre daha sessizce satranç tahtasının başında oturdu. Tahtanın üzerindeki taşlar, zihnindeki karmaşanın bir yansıması gibi duruyordu. Arzu’nun adı bir kez daha hafızasında yankılanırken, Hatice’nin son bakışı zihninde asılı kaldı. Gözlerinde bir şey vardı: utanç, çekişme, belki de korku. Ama bir saat sonra kapı yeniden çalındığında, bu beklenmedik dönüşün ne getireceğinden habersizdi.
Kapıyı açtığında karşısında yine Hatice’yi buldu. Ama bu kez farklıydı. Başörtüsü biraz kaymış, yüzünde telaş ve yanaklarında ateş vardı. Gözleri kaçamak bakışlarla genç adamın gözlerini arıyordu.
“Gece oldu,” dedi genç adam, şaşkınlıkla. “Bir şey mi unuttun?”
Hatice’nin sesi titriyordu. “Ben… gitmek istemedim. Ama gitmek zorundaydım. Şimdi de buradayım. Mantıklı bir açıklamam yok.”
Genç adam, derin bir nefes alarak kenara çekildi. “Gel içeri, konuşalım.”
Hatice içeri adım attı, ama bu kez sessizlik her ikisinin de üzerine ağır bir battaniye gibi çöktü. Genç adam onunla göz göze geldiğinde, Hatice’nin içinde başka bir savaşın sürdüğünü anlamıştı.
“Bu gece seni rüyamda gördüm,” diye başladı Hatice, sesi titrek ama kararlı. “Ama bu, bildiğin rüyalardan değildi. Sen vardın, ama farklıydın. Bana dokunuyordun, beni kendine çekiyordun… ve ben hiçbir şey yapmıyordum. Korkmam gerekiyordu, ama korkmadım. Günaha çekildiğimi biliyordum, ama yine de karşı koymadım.”
Genç adam, onun bu itirafı karşısında irkildi. “Hatice…” dedi, kelimeleri tartarak. “Rüyalar bazen bizim en karanlık arzularımızın yansımasıdır. Ama bu, onları gerçeğe dönüştürmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez.”
Hatice onun sözlerini duymazdan gelerek devam etti. “Seninle nefsimi terbiye etmeye geldim. Ama başaramıyorum. Her adımda daha da savruluyorum. Bu gece buraya gelirken içimdeki savaşı kazandığımı sanıyordum. Ama seni görünce, her şey yeniden başladı.”
Genç adam, ona yaklaştı. Aralarındaki mesafe o kadar azalmıştı ki, Hatice’nin nefes alışlarını duyabiliyordu. “Hatice, bizler yalnızca beden değiliz. Ruhumuz bu dünyada bir misafir. Nefsimizin her arzusuna boyun eğersek, o misafiri zedeleriz.”
Hatice, gözleri dolmuş bir halde ona baktı. “Ama ya ruhum zaten zedelenmişse? Ya beni kurtaracak olan da sensen? Birlikte olmamız günah mı olur, yoksa bir arınma mı? Ben artık bunu ayırt edemiyorum.”
Bu sözlerin ardından genç adam, Hatice’nin elini tuttu. “Belki de ne günah, ne sevap. Belki de yalnızca bir bütünün parçalarıyız. Ama seni zorlayamam. Seçim senin.”
Hatice bir adım daha atarak ona iyice yaklaştı. “Seçimim sensin,” dedi fısıltıyla.
O gece, Hatice ve genç adam bir oldular. Her an, her dokunuş, her nefes aralarında yükselen gerilimle örülüydü. Hatice, genç adamın kollarında hem huzuru hem de içindeki çelişkiyi hissetti. Ama tam birleşmenin doruğunda, genç adamın dudaklarından dökülen tek kelime onu sersemletti: “Arzu.”
Hatice bir an dondu. Ama hiçbir şey söylemedi. Her şey sona erdiğinde, odanın sessizliğini yalnızca Hatice’nin boğuk bir sesi bozdu.
“Biz artık bir bütün müyüz, yoksa günahkâr mı? Bunu bilmiyorum,” dedi Hatice, genç adamın gözlerine bakmadan. “Ama bildiğim bir şey var. Sadece nefsimi seninle terbiye etmeye çalıştım. Edemedim. Ve… birleşmemiz esnasında bana Arzu dedin. Belki fark etmeden, belki bilerek. Ama fark etmez.”
Genç adam sessiz kaldı. Hatice devam etti: “Ben artık senin miyim, yoksa sadece günahkâr mıyım? Ya da belki bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur.”
Genç adam, onun bu sözleri karşısında ne diyeceğini bilemedi. Çünkü o an, her şeyin cevaplardan çok daha karmaşık olduğunu hissetti. Hatice ayağa kalktı, genç adamın odasında bir kez daha yalnızlığı hissetti. Ama bu yalnızlık, belki de hiç olmadığı kadar doluydu.