Kaybettiklerimizin değerini; kum tanesi misali avuçlarımızın arasından kayarken anladığımız zaman bunun anlamı nerede kalıyor? Kaybetmekle ilgili çok fazla paradoks olduğunu düşünüyorum.

Klişe olan bir cümleden gireceğim; eğer elimizdekilerin kıymetini bilmezsek tabiki kaybetmeye mahkumuz. Gerçekten böyle midir? Yoksa aslında elimizde olanın, hep elimizde olmasına, rutine, düzene alıştığımız için onu kıymetsizleştiren bizler, kaybetmenin verdiği endişeyle birlikte yeniden uyanış mı yaşarız? Elimizde deyince; sürekli olarak fiziki olarak elimde tuttuğum saçma bir taş geliyor gözümün önüne. Bu betimlemeyi de sevmiyorum çünkü soyut kavramların nesnelleştirmeye çalışırken içini doldurduğumuz duygusal anlamları da kaybediyoruz. İlginç şekilde nesnel kavramlar için kullandığımız kaybetmek kelimesi zaten o kadar da hisli bir ifade buluşu yoktur karşı tarafta. Ne zaman ki bahsi geçen kaybediş insan olur, işte o zaman akan nehirler durur ve gökkuşağının renkleri solar.

Nedir bu insanları kaybediş? Değer bilmeyiş. Hayatımızda ki insanların değerlerini bilelim nutuklarını hep boş bulmuşumdur. Sebebi ise; kendi yaşadığı hayatı gerçekten onurlandıran, Nazımın şiirinde söylediği gibi ''Yaşamak şakaya gelmez'' satırlarıyla tadını çıkartıyor ve her şeyini feda etmeye hazır mı merak etmişimdir. Eğer güneş tam karşınızda dururken, gözleriniz hafif kamaşırken ışıklarından, ciğerlerinizi dolduran temiz havayı hala sağlıkla soluyabiliyorken; ''Ne olur gün eksilmesin penceremden'' deyip Cahit Sıtkı'yı anmak lazım dolu dolu yaşadım diyebilmek hayatı. Ve o zaman gökkuşağının renklerine aşık, bastığı toprağı seven, soluduğu havadan keyif alan kişiler bu sevgiyi, saygıyı hayatlarına yaymadıkları zaman kızabilir ve karşılarına geçip değerini bilmediniz, kaybettiniz diyebiliriz. 21. yy da bu bahsettiğim senaryoların hiç biri olası değil. Sebebi ise içinde yaşadığımız tüketim toplumu. Ait olduğumuz kültür her şeyi tüketmeye o kadar alışkın ki (tüketim toplumu/kültürü üzerine sayfalarca yazılmış tezler bknz) kaybediyoruz işte! Anlamıyoruz akıp giden hayatın içerisinde neyin değerli, neyin değersiz olduğunu kaybediyoruz. Çünkü zaten hiç bir zaman bulduğumuz şeyin ne olduğunun farkında değiliz...

Kaybetmek kelimesine yüklenen diğer anlam da ölüm. Bu da aslında, değersizleştirmek, rutinleştirdiğimiz insanların yokluğunu fark etmenin verdiği acıyı tanımlayabilecek en yakın kelime geliyor kulaklara. Ama benim için değil. Eğer 70 yaşında dedeniz öldüyse; onu kaybetmiş olmazsınız. Ölmüş olur. Yani bir daha bulunmamak üzere nereye gittiğini bilmeyiz. Ama kaybettiğimiz insanları bir gün belki bulunur umuduyla, içinde yasın boğuculuğundan kaçmak ve ölümle yüzleşme korkusundan uzaklarda bir duyguyla kaybettik deriz. Çünkü yine çağımız sorunlarından biri; tüketiriz ama ne kadar, neyi, nasıl tükettiğimizi bilmeyiz. Sadece her zaman ''daha iyisi'' vardır. Ve bu daha iyilerin içinde, kendi koşullarımızın üstünde bulduğumuz daha iyiye erişim sunulur sunulmaz ona doğru gideriz. Ona doğru çekiliriz. İşte her zaman ileri doğru giden, her zaman ''daha iyi''si olanların arasında ölümü görmüyoruz. Ölümle yüzleşmiyoruz ve ayna da dahi en çok korktuğumuz şey yaşımızın biri tarafından bilinmesi. Geçmişin bilgeleri, bunun en büyük korkuları oldu. Oysa ki ne büyük onurdur hayatta tecrübelenmek.... Ve işte asıl kaybedişi burada yaşıyoruz. Neye sahip olduğunu bilmemenin verdiği paradoksa bir daha ona ulaşamayacak olmanın verdiği kayıp....

Peki ya yaşadığımız dünyanın sadece kendi gerçekliğimizden ibaret olduğunu söylesem? Klişe bir cümle daha geliyor. Tek tuşla bütün dünyaya bağlanıyoruz. İşte bu bağlanma sayesinde biliyoruz ki, kendi hayatlarımız küçük dünyalarımız dışında dışarda dönmeye devam eden yaşanan binlerce hikaye var. Bu hikayelerden biri de bizim hikayemiz. Bizim hikayemiz, benim hikayem sadece benim gerçekliğimde var. Ömer Hayyamın dizelerinde söylediği gibi; ''Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok'' O zaman kendi gerçekliğimizin zeminine oturttuğumuz bu dünyada; bizim gerçekliğimiz dışında (yani algılarımızın dışında olan her şey) hiç bir zaman var olmamıştır ve kesişim noktasında buluşmadığımız müddetçe var olmamaya devam etmiştir. Burası da aslında hiç kaybetmediğimiz sadece var oluşun değiştiği o nokta.