Ağaçtan aşağı tek tek düşüyorlar, küçük, taze palamutlar. Henüz yeşiller ve sincaplar için lezzetli değil. Ama Rakko öyle düşünmüyor. Olgunlaşmış bir palamut için türdeşleri deli olur, kavga etmesi, dahası konuşup anlaşabilmesi ve belki de daha çetrefilli işleri masaya yatırmak lazım olur. ‘’Ne’me lazım?’’ diye düşünür Rakko. Şuradan küçükleri aşırırım ve yuvamda rahatlıkla bekleyebilirim büyümelerini.

Bir gün yine çıkmış yola, az gitmiş uz gitmiş ve her zamanki avlanma bölgesine varmış. Burası bir açıklıkmış, ormanın kenarına yakın yerde, Rakko’nun dünyanın sonu dediği yer çünkü dünyası öyle küçükmüş, taze otları olurmuş, büyüyüp serpilmeyen çiçekleri, durgun bir akarsuya yakınmış, kuşlar burada hep yavruymuş büyüyünce uçar giderlermiş açıklıktan dünyanın yeni ve farklı yerlerine, güneşin ışıkları toymuş pençesine aldığını ne yakarmış ne üşümesine göz yumarmış şöylece bir değermiş ve rahatlıkla kitap okuyabilirmişsiniz hani ve tabii taze palamutları varmış. Rakko’nun biricik mabedi. Burada yalnız kalabilir, hülyalara dalabilir, azığını toplayabilirmiş. Bölgesine vardığında her zamanki ağacının her zamanki gölgesine oturmuş, düşüncelere dalmış.

Rakko çok çeşitli şeyler düşünebilirmiş, insanlığın doğasını, toplumların birbiri ardına geçişini, savaşları ve ölümü düşünebilir, anlayabilirmiş. Ormandaki döngüyü, ceylanların saf endişesini dökebilir, bir aslandaki saf hırsı okuyabilirmiş. Ve dahası kıyaslayabilirmiş de, insandakini doğadakiyle. Onu bu kadar düşünmek hiç yormazmış, gözlerini kapattığında kelimeler kendiliğinden geçmeye başlarmış. Küçük sincap zihninde şekillenir ve birbiriyle bazen anlamlı bazen anlamsız örüntüler meydana getirirmiş. Yine Rakko böyle düşünürken Orman Tanrının zincirleri şakırdamış. Öne arkaya dizilmişken sağa sola meyletmişler, tuhaf fısıltılar duyulmuş. Birinin ayak sesleriymiş bunlar. Yuvarlanarak gelen bir çocuğun birbirine dolanan ayaklarının sesiymiş demek daha doğru olur. Rakko gözlerini açmış ve oturduğu ağacın arkasına saklanmış hemen. Küçük kalbi hızla çarpıyormuş. Açıklıkta görünmüş o şey. Bir çocuk değil, yaşlı bir boz ayıymış. Gözlerinin altındaki kırışıkları derin, gözleri onların üstünde küçük ve pörsümüş, etleri sarkık ve benekli, tırnakları sararmış… Ağzından gevelemeye benzer tuhaf homurtular çıkarıyormuş, görüp duyduğu her şeye söver gibiymiş ve Rakko’nun daha çok yerine sinmesine neden olmuş. Şöyle dediği duyulmuş, sonunda birkaç kelimesi de açığa kavuşmuş boz ayının:

-Düşlerim bir sığınak olup çıkıyor, beni kederime alt etmeye yetecek güç veren yok, ben burada ne yalnız ne güçlüyüm, güneşin hiçbir haltıma yararı dokunmadı!

Rakko düşünmüş ki, bu ne garip bir sıralama. Boz ayı ne istiyor, neden burada diye sormuş kendine. Boz ayı konuşmaya, kendi garip şiirini açıklığa dökmeye devam etmiş. Bu sırada yorulmuş Rakko’nun saklandığı ağacın önünde diz çökmüş, biraz oturmuş, kalkmış ve dolanmış, kafasını kaşımış, bedeninin muhtelif yerlerinde pire avına çıkmış onları yemiş bir süre gözden kaybolmuş, Rakko akarsuya gittiğini varsaymış ve dönmüş ağzının kenarından akan sularla. Konuşmasına kaldığı yerden devam etmiş:

-Su içmek beni öldürüyor, burada ve daha başka yerle…

Ansızın duruvermiş, etrafına dikkatle bakıp kulaklarını kabartmış boz ayı. Birinin varlığını sezmiş. Rakko kalbinin gürültüsünü bastırmak için boşa bir çabayla elini kalbine götürmüş. Dudakları kupkuru olmuş bu sırada, ayaklarında derman kalmamış, son gücüyle toprağa ve ağaca tutunuyormuş. Boz ayı önce tam tersi istikamete gitmiş, hayır demiş sesli olarak, dönmüş açıklığın ortasında dolanmış, hayır demiş, nihayet sincabın saklandığı ağacın arkasına bakmış ve görmüş Rakko’yu. Rakko bir eliyle ağzını tutmuş diğer eli sıkıca kalbinde duruyormuş.

-Çık, demiş boz ayı. Çık ve göster kendini küçük mahlûkat!

Açıklığın ortasına çıkmışlar. Karşı karşıya geldiklerinde gün ışığında her şey ortaya dökülmüş.

Boz ayı yaşlıcaymış ama yaşlı değil. Berrak bir zihni varmış, insan nerede ve nasıl bakarsa baksın görebilirmiş bunu. Korkmuyormuş, korktuğu her şeye çık dışarı diye kükrermiş ayı, çık ve göster kendini. Kelimeleri öyle açık ve netmiş ki kalbi külçe gibi bir ağırlıkla kaplanmamış her kimse anlayabilir, duyabilirmiş onu. Öyle eminmiş ki kendinden adımları, yapyanlış bir yola bile koşarak ve gür adımlar atarmış koca nasırlı ayaklarıyla.

Küçük sincap gençmiş ama hiç genç değilmiş. Karanlık bir zihni varmış, güneşin içinde bile görse insan onu ürkebilirmiş. Zihninde sarmaşıklar derin ve kalınmış, onları çözmek yıllar alırmış, kendisi bile girmek istemezmiş içindeki ağaca. Korkakmış sincap Rakko, korktuğu her şeyden saklanır, kaçarmış. Ama belki en kötüsü bu değilmiş, çünkü buna masal uydurmak kolaymış sincap için. Diyebilirmiş ki, doğanın kanunları gereği… En kötüsü sincap Rakko kaçmayacağı, saklanmak zorunda kalmayacağı yollar seçermiş, sığınağına giden kuvvetle muhtemel en güvenli yolları, kimsenin canını sıkmayacak kelimeleri, ardında bıraktığında varlığını göze görünür kılmayacak dokunuşları… Bir tek zihninde bunu yapamazmış. Orada tuzaklar varmış ve hep düşermiş, orada öcüler olurmuş ve hep onu yerlermiş. Kelimeleri verimsizmiş sincabın bir yere bir sonuca varmazmış, gülümseyerek cevap verip geçebilirmişsiniz, öylece orada durduğundan bile şüphe ederek, belki ayıp olmaması için biraz mahcubiyetle. Attığı adımlarda da toprakta izi görünmezmiş, küçük ve istikrarlı adımlar, ve biraz havada süzülür gibi.

Boz ayı onu görmüş ve anlamış, sincap Rakko onu görmüş ve anlamış.

Birlikte uzun süre kalmışlar karşılıklı. Güneş tepeden inmiş, kuşlar şakımalarına farklı tonlar denemiş, tüyleri uçuşmuş ağaçlardan aşağı. Birkaçı boz ayı ve sincabın arasına düşmüş. Düşenlerden bir tanesi ormanın en güzel renklerine sahipmiş. Boz ayı ondan gözlerini alamamış, sincap burnunun ucuna bakmaktaymış o sırada, içinden on beşe kadar sayıyor ve geri dönüyormuş.

-Ufaklık benimle gel.

Demiş boz ayı. Ve arkasına dönerek açıklıktan çıkmış. Hiç arkasına bakmıyormuş adımlarını sakin ama hevesli atıyormuş. Sincap biraz beklemiş, kaçabilirmiş arkasına bakmadan, gün batmadan yuvasına varabilirmiş. Ama bunu yapmamış, çünkü boz ayının söylediklerinde olmasa bile söyleme tarzında ona katılma isteği uyandıran bir şey varmış. Boz ayının peşine takılmış, bazen koşarak götünün dibine varmış sonra yavaşlayıp küçük adımlarla eşlik etmiş. Korkarak bir gözünü ayıya dikiyor ve ondan hiç ayırmıyormuş. Az gitmiş uz gitmişler, güneş batmak üzereymiş. Yolda türlü hayvana rastlamışlar, uyuyan ak gezenleri bile görmüşler. Bir tane gezici rakun köpeği durup onların fotoğrafını çekmiş. Küçük ellerini kullanarak ve dilini çıkartıp… Sincap içine gömülmüş, her gördüğü zihninin kıvrımlarında dehşeti yoklamış, ama zaman geçtikçe dehşet kokusu ağırlığını kaybetmiş, şaşırarak görmüş bunu Rakko. Bu vakit yeni bir cümle kazanmış bilgileri. Dehşet sıradanlığı yokluyor ve tarifi anlamsız bir can sıkıntısı bırakıyormuş. Boz ayıysa kendi halindeymiş, ak gezenlerin kollarını çimdiklemiş ve pençesine ölümün kokusunu almış, rakun köpeğinin kafasına tırnağıyla dokunmuş ve rakunun kaçmasına sebep olmuş. Sevdiği bir ağacı her gördüğünde yol arkadaşını bekletip ağaca tırmanmış. Biraz göğü seyredip yola devam etmiş.

Sonunda yeni bir açıklığa varmışlar. Dünyanın sonu denen yerden kilometrelerce uzakta. Ormanın başka bir kıyısında, yaprakların büyüyüp renklere ayrıldığı, kuşların büyüyüp serpildiği, akarsuyu şiddetle akan bir açıklık hani… Burada palamutlar da taze değil olgunmuş, burada güneş yakabilirmiş, gecenin soğuğu iliklerine işlermiş. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Güneş çoktan başka gezegenlere gitmiş. Ay çoktan tepeye çıkmış. Boz ayının gözleri karanlıkta parlıyormuş, sincap Rakko’yu fark etmek için ilgili bir bakışa ihtiyaç varmış.

Boz ayı ilk defa konuşmuş:

-Küçük kardeşim gün gece oldu, bugün seni misafir edeceğim.

Ve biraz bekleyip midesini göstermiş. Koca ağzını açıp, sivri dişlerini göstermiş. Gözlerini kısıp, burunlarını genişletip, kaşlarını çatmış, bir boz ayı olduğunu göstermiş. Çok geçmeden, sincap ne olduğunu bile anlayamadan onu avucuna almış. Sıkıca tutmuş Rakko’yu. Rakko öyle şaşırmış ki dilini zorlukla çözüp bir nida çıkarmış. Sonra biraz nida daha.

-Sen.. Bunu bana neden yaptın? Ben.. Ben sana inanmıştım!

Boz ayı hiçbir şey söylememiş, onu midesine göndermiş. Gecenin sessizliğinde pek bir ses duyulmamış. Boz ayı yakınlardaki bir ağacın dibine oturmuş, gözlerini yeşilliğe dikip midesini ovuşturmuş. Bir ninni söylemeye başlamadan önce oturduğu ağacın palamut ağacı olduğunu görmüş. Öne doğru çıkıp sertçe geri yaslanmış ağaca ve ağaçtan birkaç palamut kucağına düşmüş. Bunları eline özenle toplayıp havaya kadeh tokuşturuyor gibi yapmış ve ağzına atmış.

 

Gökte midyeler var

Midyelerin beş ağzı var

Ellerini siliyor çocuklar

Hay hay hay

Bende bir kaygı var

Gökte uluyor kapılar

Hay hay hay

Kendimi atsam gider

Hey hey hey

Şekerler dört bacaklılar

Düşünürüm başım döner

Hey hey hey

Olmasa ne fark eder

Üç şeytan gelse gider

Yataklarını topluyor martılar

Hay hay hay

Ben de düşerim uykuya

Gökte ne var?