Bir külah dondurmayla mutlu olurdum. 250 kuruşa sakız alır, leblebi tozuna bayılırdım. Babamla yürüdüğüm tüm yolları severdim. Çok yürürdük, adımlarım küçüktü koşardım sanki. Elini tutunca güvendeydim sadece, tüm kötülerden azade. Sessiz bir yoldaş olurdum yol boyu. Dondurmacıdan sonra biraz sahil boyundan yürür, deniz havasını içimize çeker, eve öyle dönerdik. Yazları severdim en çok, muz yiyorsam zengin hissederdim. Bazı sabahlar kremalı bisküvilerin kremasını kemirir, Barış Manço izlerdim sevinçle. Anneme kalırdı bisküvinin kremasız kısmı. Babamın işten geldiği sabahlar, üstünde getirdiği deniz ve gemi karışımı o kokuyu severdim en çok. Yanına kıvrılıp uzun uzun içime çekerdim. Yürüdüğümüz o yolun sonunda böyle bir yer var mıydı, hatırlamıyorum.


Geçenlerde o yoldan yürüdük, elimde oğlum. Yolun sonu buraya çıktı. Oturdum anlattım ona bir bir o günleri. Gülerek, sorularla bölerek dinledi. Fotoğrafın bu yanında muhteşem bir manzara vardı ama arkamızda ıssız kayıkhaneler, kimsesiz loş evler, arnavut kaldırımı dar sokaklar, içimde sızlayan bir türkü. Dönerken düşündüm durdum. Zamanında acı poyraza bıraktığım kederlerimi, yüzüme çarpan lodoslarla karşılıyorum yazık ki. Daha tuzlu ve daha yakıcı işliyor içime. İşliyor ama bir türlü sinmiyor, içim almıyor. Çünkü büyüdüm. Otuzu geçince anladım, dönmem dediğim tüm sokakların köşe başında bulduğumu kendimi. Ve tüm köşelerimi törpülediğimi usul usul. Çünkü büyüdüm. 


Eve geldik, oğlum bir nefes beni kokladı... Ohh anne mis gibi deniz kokuyorsun, dedi. Eminim yıllar sonra yürüdüğü bir yolun sonunda varacak bu manzaraya. Burnunda benim kokum, anlayacak tüm sözlerinin hükümsüzlüğünü. Ve yaşayacak kendini bulmanın büyüsünü.