Oda arkadaşlarım nihayet yattıktan sonra ekranın karşısına geçtiğimde babamdan kalan tek hikayenin yanık sayfalarını dört yıldan sonra ilk defa elime almıştım. Aralarda el yazısıyla alınmış küçük notların olduğu bir deste kağıdı sıralamaya ve öyküyü tamamlamaya çalışıyordum. Ranzada uyuyan arkadaşıma bakarken babamı hayal ettim. Küçükken uyumadan önce bana meraklı hikayeler anlatırdı. Bir yandan da sırtımı sever ve ben huzurla uykuya dalardım. Biraz daha büyükken onun Sapanca’daki dağ evinde, çatı katında kendine kurduğu küçük sığınakta öyküler yazmaya devam ettiğini de hatırlıyorum. Oynamak için çatı katına çıkardım. Aşağıda çıtır çıtır yanan kuzinenin sıcaklığı ve odun kokusu küçük odayı sarardı. Babam sisli Samanlı dağlarına bakan geniş pencerenin önünde ekranın başında olurdu hep. Çatıyı tutan dik eğimli tahtalara asılmış hikaye taslaklarının, hatta kara kelemle çizdiği hayali kahramanların yanına ben de kendi resimlerimi iliştirirdim. Babam o küçük resimlere sanki dünyanın en güzel tablolarıymış gibi hayranlıkla bakar ve “Harika olmuş Deniz! Bunu çerçeveletelim mutlaka.” diye tezahürat yapardı. O çatı odası ikimizin özel dünyasıydı. Sıcacık ve hayallerle doluydu. Babamın pek çok hikaye yazdığını biliyorum. Yazmış olmalı. Duvarlardaki onca taslağa karşın, bilgisayarda yazdıklarına bakmak istediğimde babam her seferinde “Daha bitmedi, bitsin sana okutacağım mutlaka.” diye kapatırdı ekranı. Hiçbir zaman okuyamadım yazdıklarını.
Bilgisayarda yazdıklarını yayınlamış olabileceğini düşünerek ekranda açılan pencereye babamın adını yazdım.
Arama sonuçlarına tek tek bakmaya başladım. Ancak çoğunun isim benzerliği olduğunu sayfaları ziyaret ettikçe hayal kırıklığı ile fark ediyordum. Onlarca sayfaya baktıktan sonra babamın erken yaşta emekli olduğu firmanın sitesinde küçük bir gençlik resmine rastladım. Babam bayağı yakışıklı bir adammış! Hastalığı onu çabuk yaşlandırmış. Ama ben yine de babamın yaşlı, ağarmış sakallarıyla bana gülümsediği halini daha çok seviyorum.
Aramaktan yorulmaya başladığımda birden Sapanca’daki yangınla ilgili yerel bir gazetedeki eski habere rastladım. Biz annemle İstanbul’daki evimizdeyken bir gece vakti gelen telefonu hatırladım. Korkmuştum, sonra babamın iyi olduğunu öğrenince rahatladım. Ama çatı odasında babamla paylaştığımız, bizi yakınlaştıran hikayelerin, resimlerin ve anıların yanıp kül olmasına uzun süre ağlamıştım. Annemse her zamanki nemrutluğuyla “Kuzinede bir şey unutup yakmıştır. Yakında kendisini de unutacak.” diye söylenirdi. Haberde Alzheimer hastası yaşlı adamın köylüler tarafından son anda kurtarıldığını yazıyordu.
Babamın sessiz ve gösterişsiz hayatına ilişkin ufak tefek bilgiler dışında hikayelerine dair bir iz bulamamıştım. Artık aramaktan vaz geçeceğim sırada son bir umutla ekrana elimdeki sayfalardan rastgele seçtiğim bir cümleyi yazdım: “Her şeyin ama her şeyin karşı konulmaz biçimde geçici olduğunu farkettim aniden.”
Uyuklayan gözlerle ekrandaki ilgisiz bağlantılara bakarken Kayıp Hikayeler isimli terk edilmiş bir blog dikkatimi çekti.
Okuduğu kitapları tanıtan, tavsiye eden amatör bir eleştirmenin paylaşımları gibiydi. Oniki yıl kadar önce bir heves onlarca yazı, şiir, öykü, roman eleştirileri ile başlamış sonra beş yıl içinde yazdıkları giderek azalmış ve sona ermişti. Terkedilmişlik garip bir hüzün veriyordu. Kitapları tutkuyla seven bu kişi kimbilir hangi nedenle belki okumaktan değil ama okudukları hakkında yazmaktan giderek uzaklaşmıştı. Hevesli bir emeğin sonucu olan bir çabanın böyle yavaşça, sanki giderek unutuluyormuşcasına, sessizce ölüyormuşcasına internetten göçmesi beni üzmüştü.
Yazıları okudukça sitede bir şey daha fark ettim; sonradan eklenmiş bir bölümde kimisi yarım kalmış, kimisi henüz son halini almamış hissi veren ama bir kısmı ise usta işi sayılabilecek onlarca öykü vardı. Öykülere göz atarak sayfaları geçerken birden o metne rastladım:
“Her şeyin ama her şeyin karşı konulmaz biçimde geçici olduğunu farkettim aniden. Kalıcı olacağını sandığımız, sürdürmeye, vazgeçmemeye çalıştığımız ne varsa sadece bir yanılsamadan ibaretti. Başladığım hiçbir şeyi bitiremeyecektim. Hiçbir hikaye tamamlanmayacaktı. Yaşamın kendisi dahil her şey zaten yarım kalarak sona erecekti. Ve bu aslında iyi bir şeydi.”
Ekranda gözüken satırlarla birlikte kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Bu babamın bana bıraktığı hikayeydi! Diğer yazıları okudukça şaşkınlığım arttı. Nihayet bulmuştum babamın kayıp hikayelerini. Yazdığından emin olduğum, okumak için küçükken can attığım öyküler karşımdaydı. Onu ne kadar çok özlemişim. Okudukça çocukluğumda babamla çok yakın olduğumuzu hatırladım. Ben büyüdükçe benimle ilgilenmeyi istemediğini düşünmüştüm, neden benden ve her şeyden uzaklaştığını anladım. Unutuyordu.
“Bir zaman gelecek ve sen zihnimde uzaklaşacaksın gibi geliyor bana ve bundan deli gibi korkuyorum. Zamanın her şeyi yutan, geçmişi yeni anıların altına süpüren zalim bir yönü olduğunu hissediyorum. Ve bu acımasızlıktan kaçabileceğim tek yer yazı. Evet unutmamak için, seni unutmamak için yazıyorum.”
Hikayedeki yaşlı adamın bu sözleri söylediği kızın adı Deniz’di. Beni ne çok hikayesine almış. Okudukça sessizce çektiği acıları daha çok gördüm. Hastalığı nedeniyle sıkıştığı hayatı hiç anlamamışım. Unutkanlığı arttıkça evde annemle büyüyen kavgaların onu nasıl boğduğunu, çareyi dağ evine sığınmakta bulduğunu şimdi anladım.
“O geceyi hatırlamaya çalıştım tekrar. Uzun zaman olmuştu. Hatırlamayı ne zaman bıraktığımı dahi hatırlamıyordum. Tüm hayatımın bir gecede değiştiğinden emin değildim artık. Önceki hayatımı nasıl hatırladığım da o gece kaybettiklerimle birlikte değişmişti sanki. Hatırlama aynı zamanda bir anı yaratma çabası değil midir zaten? Birbirimizi sevdiğimiz, birbirimizin gözlerinde kaybolduğumuz bir geçmişimiz olmalıydı. Bir zamanlar mutlu da olmalıydık. Ancak o gece sadece geleceğimizi değil geçmişimizi de değiştirdi. Belki geçmişin değil ama ona ilişkin anılarımızın üstüne ağır bir keder örtüsü serdi. O mutlu hatıraların ışığı kayboldu.”
Yazmayı yangından hemen sonra bırakmış. Yazdığı hikayeleri bize hiç bahsetmediği blogunda yayınlamaya da herhalde o zamanlarda karar vermişti. Belki de hikayelerin bir gün beni bulacağını biliyordu. Yangından sonra annem benim üzülmeme dayanamayınca babamı yeniden eve almıştı neyseki. Ama babam artık tam bir yabancı gibiydi. Konuşmuyor, çoğu kez yemek bile yemiyordu. Bizimle kaldığı bir sene içinde sadece bir kez konuşabildik onunla. Bana çatı katındaki günlerimizdeki gibi sarıldı, güldük birbirimize, umutla. Elinde kalan yarısı yanık kağıtları uzattı: “Bu yangından kurtarabildiğim tek hikayem. Üniversiteye başladıktan sonra okuyacaksın ama, daha önce değil. Söz mü?”
Öldükten sonra ona verdiğim sözü bu kağıtlarla beraber kalbimde sakladım. Bıraktığı hikayenin beni babamla buluşturması için hayaller kurdum her gece. Bir gün okuyacağım hikayelerin hayaliyle ben de yazmaya başladım. Babamın ölümüyle kapkaranlık geçen yıllarımda bana bu hayaller ve yazdıklarım umut veriyordu sadece. Yıllar sonra hikayelerini bulmak babama ve onun yanındaki mutlu küçük kıza kavuşmak gibiydi. Sabaha kadar yaşamadığı aşklara, her zaman umut dolu küçük bir kıza ve en büyük korkusu kızını unutmak olan yaşlı bir yazara ilişkin öyküleri göz yaşları içinde okudum. Sabah kararımı vermiştim. Ben de kendi öykülerimi yazacaktım. Bu gece babamın hikayeleri beni nasıl hayata döndürdüyse belki benim yazdıklarım da bir gün hiç beklemediği bir anda bir başkasının hayatını değiştirebilirdi. Bu hayal hiç gerçek olmasa da bunun umudu bile yazmaya devam etmem için yeterliydi. Gün ağırırken babamla ikimizin hikayeleri ile dolu bir rüyaya, yani yeni hayatıma kendimi bıraktım.