Genç ve huzursuzdum. Ayağımdaki iskarpinler küçük geliyor ve ayağımı sıkıyordu. Sert bir yılandan yapılmıştı ve onu her adımımda yad etmek zorunda kalıyordum. Donum sürekli düşüyordu yolda bulduğum büyükçe bir dondu bu, içinde rahatsızca, sürekli onu çekme zorunluluğuyla yılmış bir vaziyette yürüyordum. Üstümde ise beyaz atletim vardı, kirlenmiş, rengi sarıya dönmüş beyaz bir atlet.  

Geçtiğim yollarda konaklıyordum, çok az konuşuyor ama çok insanla muhatap oluyordum. Örneğin dün gece bir petrolde uyukladım ama kasiyer öyle çok memleketini anlattı ki memleketinden de ondan da nefret ettim. Ve tüm ikazlarına rağmen yola çıktım, gecenin ilerleyen bir saatiydi, otobana kurt sürüleri fırlayabilirdi, öyle az geçiyordu ki arabalar, yorgun bir tır şoförünün altında kalmak tercih edeceğim bir sondu. Ama mutluydum, çünkü hiç değilse sessizliği yalnızca detone ulumalar bozuyordu. Onlara alıştığım ve korkumu yendiğim bir sırada bir kamyon beni fark ederek aracını yavaşlattı. Yanımdan geçerken kornasına bastı ve camını açarak atla hemşerim götüreyim dedi. Pala bıyıklı, gevşek biriydi sürücü. Yanına oturduğumda bacaklarımı beğeniyle süzdü ancak pek de üzerinde durmadı, çok hızlı sıkılıyor gibiydi. Bir şarkıdan diğerine atlayıp durdu radyoda, sigarasını da çabucak söndürüyordu. Koltuğa oturur oturmaz uyuma pozisyonumu almıştım, bu beni gelecek sorulardan korudu, hafif bir uykuyla da olsa vücudumun direncini tazeledim.  

Artık uyumayacağıma kanaat getirdiğimde koltuğumda dikleştim, yolu izlemeye başladım. Gün aydınlanmış, arabaların sayısı artmıştı. Şoför yeni bir şarkıya kaptırmıştı kendini, mırıldanarak eşlik ediyordu. Uyandığımı fark ettiğinde nerede ineceğimi sordu. Hemen şimdi inebileceğimi söyledim. Kamyonu kenara çekti, yeniden bacaklarımı süzdü, dikkatli olmamı tembihledi. İndiğim gibi gaza bastı ve gitti. Arkasından bir süre el salladım.  

Yaşım elliye dayanmak üzereydi, saçlarımdaki beyazlara her gün yenisi ekleniyordu. Kollarım ve bacaklarım çok çelimsiz düşmüştü. Öyle yorgundum ki hep, sadece uyuyacak yer arıyordum. Günlük telaşım buydu. Çok gezmiştim artık görmeye ihtiyacım kalmadı sanıyordum.  

Bir gün bir meyhaneye girdim ve yapılacak iş var mı diye sordum. Olmadığını ama çıkacağını söyledi eleman, geç bir köşeye otur, dedi. Şık ve zenginlerin geleceği cinsten bir mekandı. Pek çok çalışanı vardı ve hepsi de iyi giydirilmişti. Müşteriyle diyalogları, tepsiyi tutuş şekilleri bile aynıydı, buraya alınmadan önce bir eğitimden geçtiklerini tahmin ettim. İki garson tarafından müşteri sanılmıştım ve ikisi de aynı tonda ve tepsileri sırtlarında kibarca tutulmuş, bir arzunuz var mı efendim diye sordular. Birine olmadığını iş beklediğimi söyledim, diğerine bir şey demem gerekmedi. Elini kulağına götürdü ve özür dilerim efendim diyerek geri çekildi. Efendi olamayacak kadar sönük giyinmiştim.  

Akşama doğru meyhane dolmaya başladı. İnsanlar çiftler ya da gruplar halinde geliyorlardı, kadınlar elbise, erkekler takım elbise giymişlerdi. Erkeklerin yakasında ufak bir mendil, bazılarında çiçek de vardı. Kadınlar yumurta topuk giymişlerdi, eskiden ben de giyerdim diye iç geçirdim. Ufak çantalar takmışlardı, kimileri yanındaki eşlerine vermiş, boştaki eliyle karınlarını sarmışlardı. Bir dans gecesi diye sözleşmişlerdi belki ve partnerlerini bu gecede daha iyi tanıyabilmeyi umuyorlardı.  

Ağır, sözleri olmayan bir müzik çalıyordu. Kasvet ve hüzün veriyordu müzik, kendimi konukların dünyasına bırakmıştım, öncesi ve sonraları hakkında hikayeler hayal ediyordum, kitap okuyor gibi kendimden geçtiğim bir sırada bir eleman omzuma dokundu. Artık bana ihtiyaçları olduğunu söyledi, peşinden gelmemi istedi. Mutfağın içinden geçtik, lezzetli kokular geliyordu, karnım guruldadı. Aşçılar biz fark etmemiş gibi işlerine devam ettiler, eleman beni karanlık bir odaya soktu. Işığı açtığında gözlerimi iki üç kez kırpıştırdım. Kıyafetlerle dolu ve tepesinde disko topu olan, duvarlarına rengarenk tüller asılmış, canlı bir odaydı.  

Eleman belimden hafifçe iterek istediğim kıyafeti giyebileceğimi söyledi, beş dakika içinde burada olacağım, lütfen hemen hazırlanın efendim dedi. O gittikten sonra şaşkınlığımı atarak odada gezmeye başladım. Elimi yumuşak tüylerde gezdirerek askılara vardım, kıyafetlerin bir kısmı asılmış, ki bazıları yere düşmüş, kalanı ise etraftaki koltukların üstüne yığılmıştı. Tuvalet masasının taburesindeki turuncu bir elbise gözüme çarptı. Başka bir şeyle ilgilenmeden ona ilerledim ve elime aldım. Uzun bir elbiseydi, rengi parlaktı ve üstüne renkli pullar dikilmişti. Fazla göz alıcı diye geveledim. Bu sırada kapıma tıklatıldı, telaşla kıyafetin içine soktum kendimi. Eteği belime dolanmışken kapı açıldı. Eleman beni çağırdı. Hızlı adımlarla ve bir yandan eteği aşağı indirmeye çalışarak garsonun yanına gittim. En iyisini bulduğumu söyledi, gözleri parlamıştı. Önüne geçmem için el işareti verdi ve biraz geri çekildi, telaştan kızarmış suratımla sık sık arkama bakarak yürümeye başladım. Geldiğimiz yoldan ilerliyordum ki bana seslenerek başka bir kapıyı işaret etti. Mutfağa girmeden önceki sol kapıya yönelmiştik.  

Kapıda onu bekledim. Yanıma geldi elbisemin eteğini aşağı çekti ve omuzlarını düzeltti. Hazır olduğumda kapıdan geçebileceğimi söyleyerek gitti. İşimin ne olduğunu henüz bilmiyordum bu beni tedirgin etmişti. Saçlarımı tarayarak son kez kıyafetime baktım. Göğüs dekoltesinden atletim belli oluyordu. Turuncuya sarı rengi yakışmıştı, kirlendiğine sevindim. Donumu son kez çekerek kapıyı açtım. Kapı meyhaneye açılmıştı ama çıkarken gittiğim yere değil, sahnenin önüne. Hala ağır bir müzik çalmaktaydı ve müşteriler artmıştı. Boğuk bir uğultu vardı içeride. Benim varlığımı ilk olarak eleman fark etti. Çıktığımız kapının önündeydi, ellerini çırptı, bu sayede birilerine işaret vermiş olmalı ki salondaki uğultu yavaşça söndü. Müzik kapatıldı. Bir garson koşarak sahneye çıktı ve sahnedeki mikrofonun boyunu ayarladı, eliyle birkaç kez mikrofona vurarak ses kontrolü yaptı, işi bittiğinde geri çekildi ve bana dönerek gelmemi söyledi. Bir assolist gibi küçük adımlar atarak ona ilerledim ne nazikçe kaldırdığı elini tutarak, mikrofona yöneltmesine izin verdim. Elini kurtarır kurtarmaz geldiği gibi koşar adımlarla sahneden indi. Şimdi tüm müşterilerin gözü benim üstümdeydi. Bir şeyler söylemem gerektiğini anladım.  

Bir ezgi mırıldanmaya başladım. Bunu bana kimse öğretmemişti, ben uydurmuştum. Şimdi tam vakti diye düşünüyordum. Gözlerimi kapattım ve anın büyüsüne bıraktım kendimi. Tıpkı kurtlar gibi detone bir sesle kendi kelimelerimi uludum. Büyü dudaklarımdan çıkıyor ve meyhaneye doluyordu. Müşteriler huzursuzlanmaya, bazı erkek ve kadınlarsa huysuzlanıp söylenmeye başlamıştı. Onlara kulaklarımı tıkadım ve ezgiyi kesmedim.  

O içimden çıkıp somutlaştıkça kasvetini ve çirkinliğini de gözler önüne serdi. Ben görmüyordum, benim gözlerim kapalıydı ama işkenceye maruz kalanları duyuyordum. Huzursuzluk acıya dönüşmüştü. İnleme sesleri çıkarıyordu müşteriler. Zevkten dört köşe olmuş müşteriler partnerlerinin ismini haykırıyordu.  

Şarkım bitirdiğimde gözlerimi açtım, herkes kaçmıştı. Masalar çekilmiş, sandalyelerin birkaçı devrilmişti. Şarap bardakları kırılmış örtüleri ve halıyı kırmızıya boyamıştı. İki kez el çırpma sesi duydum. Bu beni bu hale sokan eleman, diye düşünerek sesin geldiği yöne döndüm. Garson kapının önündeydi ve yüzünde alaycı bir gülümseme vardı.  

-Teşekkür ederim, dedi. Ciddiyetini kaybettiğini görebiliyordum ben de gülmeye başladım.