"Omnia mors aequat." (Ölüm her şeyi eşit kılar.)


Düşünüyordu, yürüyordu; her zaman yürüdüğü sokaklarda, her zamanki şeyleri düşünerek yürüyordu. Vakit akşamdan çıkıp geceye el uzatırken... Mevsim güzden çıkıp kışa yanaşırken... Yağmur ıslağı sokaklar yer yer kurumaya başlamışken... 


Yürüyordu. Beklenmeyen bir şey oldu bu kez. Her zamanki güzergahından saptı içgüdüsel bir yönelimle. Dolaşırken hep belirli bir rota izliyordu epeydir. Hayatında her şey için bir standart olsun istiyordu. Değişmeyen bir düzen içinde hep aynı şeyleri, hep aynı düzeyde yapmak; adeta biyolojik bir robot gibi yaşamak istiyordu fakat o gece hesapta olmayan bir adımlama gerçekleşti. Hep aynı çizgiyi izleyen ayakları, sanki kendi iradeleri varmışçasına, başka bir sokağa yöneldi. Sokak, sağa doğru bir kıvrımla uzayıp mezarlığa çıktı. Burada bir mezarlık olduğunu biliyordu aslında. Gelmeyeli uzun zaman olmuştu. 


Kapı açıktı, içeri girdi. Kapı neden kilitli değildi? Ölülerin çalınmaya değer bir şeyleri yok muydu? Ölüler rahatsız edilemez miydi? “Hayatını kaybeden, her şeyini kaybetmiştir.” “Ölmeden de her şeyini kaybedebilirsin.”


Yürüdü. Lambaların yaydığı hafif ışık altında ölüm uykusunda bir mezarlık. Hafif sisli bir alaca karanlık. Islak toprak kokusu. Ölülere uygun bir romantizm.


Mezarları ayıran taş yolda ilerlemeyi sürdürdü. Alaca karanlıkta görebildiği kadarıyla mezar taşlarını okudu. Adlar, tarihler, meslekler, son mesajlar… Bazı gidenler, kalanlara bir şeyler söylemişti. “Siz ölümünüzle, bu soğuk mermerlerin altında toprağa karışmanızla en büyük mesajı verdiniz zaten.” dedi içinden.


Birden bir sıcaklık yayıldı içine serin havaya inat. Öyle, durduk yere. Göğsünden karın boşluğuna doğru ılık ılık yayılan uyuşma gibi. Ne zamandır bunu hissetmemişti. Ne zamandır herhangi bir şey hissetmemişti. Ne zamandır bir ölüydü. Mezardakilerden farkı, toprağın üstünde olmasıydı.


Ölmüştü; herkesten daha çok hissetmek, herkesten daha tutkulu yaşamak isterken herkes tarafından öldürülmüştü. Kimisi bilerek en ağır darbeleri indirmiş, kimisi basit bir kesik atmıştı farkında bile olmaksızın. Herkes bu kurban etme törenine büyük ya da küçük katkı sağlamıştı. 


Bir ölüydü ne zamandır. Kesin bir ölüm tarihi vermek olanaksızdı. Dışarıdan bakıldığında kendi halinde, kimseye bulaşmayan, kalabalıklara karışmayan, yalnızlığı tercih eden ama konuştuğunuzda da çok uzak durmayan biri gibi görünüyordu. Buna karşın düpedüz bir ölüydü.


Alışkanlık olduğu üzere yiyip içiyor, yediklerinden bir tat almıyordu. Para kazanmak zorunda olduğu için erken kalkıp işe gidiyor, kurulmuş bir makine gibi işini yapıyor, zorunlu diyaloglara giriyor; iş yerinde konuşulan ve yapılan her şeyi saçma, hatta aptalca buluyordu. Çoğunluğun tahakkümündeki ezberlenmiş yaşam biçimleriyle bu zorunlu dirsek temasından çok sıkılıyordu. Yaşayanların sıcaklığını hissetmek azap vericiydi bir ölü için. 


Yaşayan insan rolü oynuyordu kendi deyimiyle. Oynamaya mecburdu. Yaşayanlarla hiçbir ortak paydası yoktu. Onların ne hayalleri ne de gerçekleri ilgisini çekiyordu. Gelenekler, değer yargıları, normlar, toplumsal kabuller ve kimlikler, statüler, sıfatlar, ezberler, etiketler… Hiçbir şey… Hiçbir şeyle en küçük bir bağı yoktu.


Oysa tam da onlar gibi olabilmek için uğraşmıştı yıllarca, yollarca. Onlardan biri olmak için var gücüyle savaşmıştı. Soyağacının genlerindeki bozuk hayat halkasını düzeltmek, her kuşakta yanlış giden dizilimi değiştirmek, geçmiştekilerin hatalarını tekrarlamamak, kendisini kabul ettirmek, övgü toplamak, beğenilen ve takdir edilen bir duruşa sahip olmak, parmakla gösterilmek, en çok da bir kadının sevgisini kazanmak için çetin bir mücadele vermiş; çok fazla okumuş, çok şey dinlemiş ve izlemişti. Üst düzey bir bilgi ve kültür birikimine ulaşmıştı. Güzel giysiler için hiçbir harcamadan kaçınmamıştı. Her şeyi kuralına uygun yapmıştı. Herkesten daha çok inanmış ve emek vermişti fakat olmamıştı. Ölmüştü; herkesten daha çok hissetmek, herkesten daha tutkulu yaşamak isterken herkes tarafından öldürülmüştü. Herkes ölürdü.


O gece ayaklarının onu sürükleyip de getirdiği o mezarlıkta uzun zaman sonra yalnızlık ve yabancılık duyumsamadı. Yaşayanlar arasında hissettiği eğretiliği ve sahteliği orada, ölülerin arasında hissetmedi. Bastığı zemin dışarıdaki gibi kaygan ve sarsıntılı değildi, sapasağlam ve kaydırmazdı. Güvenle basıyordu yere, kök salıyordu sanki. Varlığından bir şeyler yeraltına akıyor, aşağıdakilere değiyordu. Güçlü bir iletişimdi bu uzun zaman sonra gelen. 


Bir köprüde ihanete uğramıştı yıllar önce ve tüm bağlarını koparmıştı yaşayanlarla. O gece ise ölülerle arasında bir köprü kurulmuştu. Yaşayanların dünyasıyla hiçbir bağı kalmamış olan ölülerle onun arasında çok sağlam ve derin bir bağ oluşmuştu. Hissetmeyenlerle kurulan bağ. Bu dünyadan olmayanlarla.


Bir banka oturdu. Derin derin nefes aldı. Mezarlığın serin sessizliğini çekti içine. Garip bir şekilde huzurluydu. Mezarlık korkusunu aptalca bulurdu eskiden beri. Ölülerden korkması için ciddi sorunları olmalıydı bir insanın.


“Mezarlık sakinleri! Sizinle aramda pek bir fark yok aslında. Hissedişlerim bile sayılı, sınırlı ve bir alışkanlıktan ibaret. Hissetmek bile denemez. Ben yukarıdayım, sizse aşağıda… Hepsi bu.” dedi.


Ölü olmak için bildiğimiz anlamda ölmek gerekmiyordu. Ölüm herkesi eşitliyordu. Zengin-fakir, akıllı-aptal, güzel-çirkin, şanslı-şanssız, başarılı-başarısız… Tüm sıfatlar ve ayrımlar sıfırlanıyordu, ölüm herkesi “bir” yapıyordu. Her biri farklı kalitedeki malzemelerden yapılmış şu mezarlar bile bu eşitlemeye engel değildi. İster en pahalı mermerden olsun ister basit bir toprak yığını… İster adı sanı belli olsun ister adsız ve sahipsiz… Tüm farklar üstte kalıyordu, alttaysa her şey ve herkes eşitti. 


Eşitsizlerin yarışı ve savaşı üstteydi, eşitlerin barışı ve huzuru altta. Eşitsizler birbirlerinin rakibiydi, eşitler ise birbirlerinin sessiz dostları. Eşitsizler çıkarları için birbirlerini kırabilir, terk edebilir, öldürebilirdi; eşitlerin ise çıkarları yoktu. Eşitsizler meraklıydı, sorgulayarak didik didik ederlerdi birbirlerini; eşitler ise soru sormazdı. Eşitsizler yargılardı, eşitler ise kabul ederdi. Eşitsizler eşitsizliğe mahkumdu, eşitler ise sonsuza dek özgür.


Düşüncelere dalmış halde orada ne kadar süre oturduğunu bilemedi. Saat kaçtı, onu merak eden birileri var mıydı? Bunların ayırdında değildi. Zamansız ve amaçsız bir bütünün parçasıydı. Ölülerin dinginliği sarmıştı dört bir yanını. Ne zamandır kendisini bir yere ait hissetmemişti. Ne zamandır bir şey paylaşmamıştı kimseyle. Oysa şimdi oradaydı, onlarlaydı, paydaştı.


Neden sonra ayağa kalktı, biraz daha gezindi. Bir türlü kopamıyordu oradan. Çıkıp gitmesi, eve dönmesi gerektiği geldikçe aklına, içine çığ gibi bir soğukluk yuvarlanıyordu. Cennetten bir köşe bulmuştu da sanki, dışarısı cehennemin ta kendisiydi. 


Nefesini tuttu, içine çektiği huzuru solumadan eve döndü. Evdekiler, “Neredeydin bu saate kadar?” dediler. Küçücük gülümsedi. “Hiç,” dedi, “hiç/bir yerde...”


Ertesi gün işten çıkar çıkmaz mezarlığa gitti. Kapıdan içeri girer girmez, kirden ağırlaşmış leş gibi bir paltoyu çıkarıp da atar gibi iş yorgunluğunu attı üzerinden. Sanki o aptal iş koşuşturmasına hiç girmemişti. Sanki o boş işlerle hiç uğraşmamış, boş ve sıkıcı diyaloglara hiç girmemişti. 


Gündüz gözüyle daha ayrıntılı inceledi mezarları, yeni arkadaşlarının adlarını, sanlarını, mesleklerini, yaşadıkları yılları, son mesajlarını… Başta çok da etkilenmediği o mesajlar mutlak gerçeklik gibi parlıyordu şimdi. Ne okullarda anlatılıyordu bu gerçekler ne de kitaplarda vardı. Gerçekleri görmek ve anlamak, rastlantı sonucu girilen bir mezarlıktaki taşları okumakla mümkün olmuştu. Yıllardan ve yollardan sonra. Şans eseri. 


Gezindikçe rahatlıyordu, tanımlaması zor bir neşe doluyordu içine. Taptaze toprağında birkaç günlük ölü arkadaşı da vardı, yüzyıl öncesinden birileri de. Üç yıl yaşamış olan da ölüydü, doksan üç yıl yaşamış olan da. Geride kalan? Hiç! Hiçbir şey! Kemik ve toprak! Kemik ve toz! Kemik tozu! İki mezar sakini arasındaki tek fark, birinin diğerinden doksan yıl geç ölmüş olmasıydı.


Bu düşüncelerle doluyken zihni, bir mezar taşı daha çok ilgisini çekti. Kore gazisi bir astsubayın mezarıydı bu. Ailesi, gazinin şanına yakışır bir mezar yaptırmıştı. “Benim mezarımı kim, nasıl yaptıracak acaba?” diye geçirdi içinden. “Yaptıracak birileri çıksın da…” 


Soğuk mermerine dokundu mezarın. Soğukluk içini ferahlattı. İki adım geriye çekildi. Mezarı daha ayrıntılı inceledi. “Ben,” dedi kabulün incecik titreştirdiği ses tonuyla, “ben daha hayatta yokken sen Kore’de savaştın. Gazi oldun, büyük bir onurla ve gururla döndün yurduna. İhtimal, güzel bir hayat yaşadın. Seni seven ve sana değer verenler olduğunu kanıtlıyor mezarının asaleti fakat öldün, ölüsün, bir farkın yok diğerlerinden. Onlarla eşitsin. Ben buraya gelecektim. Bu soğuk mermere kazınmış adını okuyacağım, daha ben doğmadan belliydi. Seninle tanışacağım belliydi, sen Kore’de savaşırken ve mektuplar yazarken sevdiklerine. Tam da burada, bu anda durup adını okuyacağım belliydi. Nasıl yaşarsam yaşayayım, hangi kararları alırsam alayım, adımlarımın beni senin karşına getireceği belliydi.”


Gece yatağında uzanırken cep telefonunda Kore gazisinin adını tarattı. Şak diye fotoğrafı çıktı parlak ekranda. Tanıdık birisine rastlamaktan farksızdı yaşadığı sevinç. Uzun uzun inceledi fotoğrafı. Mezar taşına bakıp konuştuğu adamın ekrandaki görüntüsüne baktı. Söylediklerini geçirdi aklından ve ekledi: “Seninle tanışacaktık ve bu tam da bugün olacaktı ama ikimiz de bunu bilmiyorduk, bugün öğrendik.”


Yaşam öyküsünü okudu. Birçok görev, başarı, ödül… Ailesiyle çekilmiş fotoğrafları da çıktı. Epey kalabalık bir aile… Fotoğraftaki herkes gülümsüyordu. Üç kuşak bir aradaydı.


Kendi akraba çevresindeyse böyle bir manzara yoktu, olamazdı. Birkaç akraba dışında herkesle küsülmüştü. Kalanlarla da ayda yılda bir görüşülüyordu. Evdekiler dışında aile diyebileceği kimse yoktu. Tüm arkadaşları da kendi yolunu çizmişti. Birlikte çıkılan ve her zaman birlikte yürüneceğini sandığı yolda yapayalnız kalmıştı. Bazen bir iki telefon görüşmesi, çok nadiren bir çay buluşması... Yılkı gibi özgürce koşturup tüm günü birlikte geçirdiği kim varsa artık hepsi yakalanmış ve evcilleştirilmişti, hepsi sahipliydi. 


Daha çok buluşulsa da ne konuşacağını bilemezdi zaten. Diğerlerinin sözcük dağarcığı bile değişmişti. Bir ölü olduğuna kanaat getirdiğinden beri de kendi isteğiyle görüşmüyordu kimseyle. Ölüler yaşayanların dilinden anlamaz, diriler de ölülerinkinden.


Kore gazisi de artık yaşayanların dilinden anlayamazdı. Sevdikleri de onu anlamazdı. Belli ki bir zamanlar insanlarla dopdoluydu çevresi ama artık o bir ölüydü. Yapayalnız geçirseydi ömrünü, yine ölü olacaktı. Nasıl yaşarsa yaşasın ölü olacaktı. Ölü!


Bir gün mezarlar arasında dolaşırken yerde bir şey gözüne çarptı. Bir kemik… Birkaç metre derinlikteki insan kemiklerinin doğal bir nedenle yüzeye çıkma olanağı var mıydı? Kemiği eline aldı, inceledi. İnce ve küçük bir kemikti. Hayvan kemiğine de benzemiyor, diye düşündü o an. Öyle hissetmişti. İnsana ait bir el ya da ayak kemiği olabilirdi. 


Birden gözünün önünde bir sahne canlandı. Birkaç gün önce yine orada dolaşırken kapalı bir mezarın iki üç kişi tarafından kazıldığını görmüştü. İnsanların anne, baba ya da eşlerinin mezarlarına gömülebildiklerini biliyordu. Kazıcıları izlemişti gizlice. Çukur derinleştikten sonra birisi içeri dalıp elindeki siyah poşete kemikleri doldurmuştu. Çukur, yeni ölüsüne hazırdı. Eski ve yeni bir arada olacak, eşitlenecekti.


Toprağın altında zamanla birbirinden ayrılan bazı kemik parçaları toprak tekrar kazılırken -gözden kaçtığı için- sağa sola saçılıyor olmalıydı. Elinde tuttuğunun bir insan kemiği olduğuna ikna olmuştu sonunda.


O boyuttaki bir taş kadar ağırdı. Evirdi çevirdi. Bir zamanlar kanlı canlı dokunun örttüğü bir kemik... Şimdiyse kupkuruydu, hiçbir işlevi yoktu. Nelere dokunmuştu, nereleri gezmişti zamanında kim bilir. Belki de başarılı bir elin parmaklarına aitti fakat şimdi, tam da orada onun elindeydi; kaderi de.


Kendisi ise başarısız olmuştu. Hayat yolunda sonuca ulaştırabildiği hiçbir şey olmamıştı. Bir mesleğe sahip olmasını başarıdan saymıyordu. Onun için başarı, insanın kendisi olabilmesi ve herkese de bunu kabul ettirebilmesiydi en başta. Büyüleyici bir hayat hikayesi yazabilmekti. Ve bir kadının sevgisini kazanmak…


Oysa uğruna savaştığı her şeyi kaybetmişti, tüm hayatı yağmalanmıştı. Herkesten daha çok emek vermişti fakat herkesten daha çok kaybetmişti. Hiçbir hayali gerçekleşmemişti. Hepsi yarım kalmıştı. Ve hiçbir hayal yarım kalmazdı, bir gün hepsi biterdi. Bitmişti.


Elinde tuttuğu o kemik, kendi başarısızlığını anlamsız kılmıştı adeta. Büyük işler başarmış bir elin kemiğiydi belki ama işte hiçbir hükmü yoktu, hiçbir şey başaramazdı artık. Belki de başarısız birisine aitti. Hayatta hiçbir şeyi doğru yapamayan birisinindi ama işte o an bunun hiçbir anlamı yoktu. Artık başarısız olamazdı. İkisi de birdi, ikisi de aynı yerdeydi, ikisi de ölümün kendisiydi, eşitti.

-

Kemiği tırnağıyla kazıdı. Tebeşir tozu gibi bir tortu bulaştı ellerine. Tırnaklarının içi kemik tozuyla doldu. Kokladı. Taş, toprak ve yosun karışımı garip bir kokuydu bu. Kemiği cebine attı. Eşofmanının cebine kemik tozu bulaştı. “Seni biraz gezdireceğim.” dedi. “Çok uzun zamandır buradasın kuşkusuz. Dünya çok değişti, insanı delirtebilecek kadar çok. Sana yeni dünyayı göstereceğim ey dost! Merak etme, seni o çılgınlığın içinde bırakmam asla!”


Ertesi gün kemiği mezarlığa getirdi, bulduğu yere bıraktı. Sağına soluna bakına bakına dolanmaya başladı. Daha etkileyici bir şeyler arıyordu. Benzer birkaç kemiğe daha rastladı. Onlara dokununca da aynı geçkinliği, boşluğu ve anlamsızlığı hissetti.


Mezarlığın arka tarafında çoğunlukla eski mezarlar vardı. Eski taşlar üzerindeki kabartma Osmanlıca yazılara baktı. “Yazı bile değişti ama ölüm hep aynı ölüm, ölüler hep aynı, hepsi bir.”


Bir mezar taşını incelerken arkadaki mezarın yan tarafının parçalanmış olduğunu fark etti. Birileri bir şeyler aramak için kırmıştı belki de. Kırık taşın yanına çömeldi. Üç dört karış genişliğinde bir boşluk açılmıştı. İçeriye ışık sızmıyordu. Cep telefonunun ışığı da içeriyi aydınlatmaya yetmemişti.


Bir an elini içeri sokmak geçti içinden. Önce delice gelen bu fikir, sonra merak ve heyecan verici bir hal aldı. Yılan olabilirdi. Kesici bir alet düşmüş olabilirdi. Bir anlık bir tereddütten sonra elini içeri soktu. Başta eline herhangi bir şey değmedi. Biraz daha soktu. Adeta milim milim ilerliyordu. Eli hâlâ boşluktaydı. Yere oturdu, daha da derine soktu kolunu. Heyecandan delicesine çarpan kalbinin sesini işitebiliyordu. 


Kolu artık omzundan itibaren çukurdaydı. Elini içeride sağa sola dolaştırıyordu ki bir şeye dokundu. Kolunu hızla dışarı çekti. Cesaret alıp tekrar çukura soktu. Az önce değdiği şeyi buldu, avuçladı, hızla dışarı çekti. 


Gördüğü şey karşısında gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu bir çene kemiğiydi. Bir iki tanesi dışında dişler yerli yerinde duruyordu. Kaç yıllık olduğunu öğrenmeyi çok isterdi. En az yüz-yüz elli yıllık olsa gerek, diye geçirdi içinden. Gri bir taştan farksızdı. Beklediğinden daha ağırdı. Dişlerin araları yer yer siyahlaşmıştı. 


“Kimin ağzından düştün sen? Neler söyledin ömrün boyunca, neler yedin içtin? Belki de en güzel, en afili sözler çıktı ait olduğun o ağızdan; belki de en ağır, en kaba küfürler… Belki de en güzel yiyecekleri çiğnedin; belki de kuru ekmek, şu bu… Belki de bir kadının ağzındaydın; dişlerinin, dudaklarının güzelliği büyülemişti erkekleri. Belki de bir dilsizin ağzındaydın, konuşamadın hiç. 


Hepsi… Hepsi bir! Hepsi aynı, hepsi eşit işte tam da şu an, elimde. Hangisinin olduğunun hiçbir önemi ve değeri yok artık. Ne söylediğin sözleri duyan var ne de nefis yiyeceklerden geriye bir tat. Hiç, hiçbir şey…”


Çene kemiğini aldığı yere bırakmadı. Bir süre daha dokunmak, incelemek istiyordu. Bir ağaç dibindeki çalılığın içine sakladı. Daha iyi bir şey bulana kadar onu yerine koymayacaktı. Bulmak ve konuşmak istediğiyse bir kafatasıydı.


Evdekilere de ara ara anlattı mezarlık gezilerini, ölüm ve ölülerle ilgili düşüncelerini, eşitlenmeyle ilgili savlarını. Evdekiler onun dönem dönem garip alışkanlıklar edinmesine alışıktı. Gelip geçici bir heves olarak görseler de şaşırmaktan kurtulamadılar. Anlatılanları bu kez pek uçuk kaçık buldular ve yadırgadılar. 


Saygın bir mesleği olan; bilgisi, görgüsü ve kültürü zengin bir adamın ne işi vardı öyle yerlerde, öyle işlerle? Yakışıyor muydu ona? Eskiden kalabalık kahkahalarla yaşayan bir adamın, kanlı canlı, coşkun ruhlu bir adamın, ölülerin arasında işi neydi? 


Bilmiyorlardı onun aslında ne zamandır bir ölü olduğunu. Belki de bilmek istemiyorlardı.


Kemik keşifleri her geçen gün daha keyifli bir hal alıyordu. Kaburga kemikleri, ayak, bacak, omurga kemikleri… Bulur bulmaz cep telefonundan internete girip kemikle ilgili tahminini doğruluyor; bilmediklerini de öğreniyordu. 


Çoğunu bulduğu yerde bırakıyordu. Çene kemiği ise hâlâ çalıların içindeydi. Arada onu da ziyaret ediyordu. Konuşuyordu onunla. Bazen çok güzel bir kız, bazen hastalıktan eriyip tükenmiş bir yaşlı, bazen uzun boylu bıçkın bir delikanlı, bazen tıknaz bir adam oluyordu konuştuğu. Hepsinin artık bir olduğu savıyla bitiyordu sohbet.


Tekrar hissetmeye başladığını fark etmişti ve duyguları alışkanlık ürünü değildi uzun zaman sonra. En çok hissettiği şey ise hafiflemeydi. Sanki ağırlıklarını atarak yükselen bir balon gibiydi. Mezar taşlarını okuyarak dolanmak, bulabildiği kemiklere dokunmak büyük yenilgisini hafifletiyordu en çok. Büyük düşlerinin suya düşüşü, boğuluşu, görkemli başarısızlığı önemsizleşiyordu gün geçtikçe. Her şeyini ortaya koyarak yazmaya çalıştığı o büyülü hayat hikayesinin dönüp dolaşıp bir mezarlığa çıkmış olmasında derin anlamlar buluyordu. Tüm hayalleri gerçekleşmiş olsaydı da bir kemik tozuna dönüşecekti ve biri gelip o kemik tozunu ellerine bulaştıracaktı.


Ölüler hayat akıtıyordu yürüyen ölüye ağır ağır. İçinde uyanan yaşamı hissediyordu yeniden. Gündoğumu gibi uyanıyordu. Onu yaşayanlar öldürmüştü, ölüler hayata döndürüyordu.


Bir gün kazıcılara denk geldi yine. Bir köşeden gizlice izledi onları. Adamlar işlerini bitirince gittiler. Etrafta kimsenin kalmadığına emin olduğunda mezarın başına gitti. Siyah torbanın yanına çöktü. Sağa sola bakındı. Torbanın ağzını açtı. Kafatasını buldu, eline aldı. Heyecanı doruktaydı.


Kurumuş ve rengi açılmış kan lekesinin, toprak ve kemik tozunun karışımı olan o malum renkteki kafatası! Bomboş ve karanlık göz çukurları anlamsızlığın en yüce anlamıydı adeta.


Kimlere bakmıştı şimdi olmayan o gözler? Hangi yüzleri gördü, hangi gözler bu yüzü gördü? Kimler sevdi, kimler nefret etti? Kimler özlem duydu ona? Kimler farkına bile varmadı? Hepsi… Hepsi bir!


“Şimdi artık bir kurukafa! Ellerimde duruyor, kaderi de. Yaşadığı her şey yok oldu. Tanıdıklarının bir kısmı ölü. Bir kısmı bir yerlerde yaşıyor hâlâ. Onu kimse tanıyamaz artık. Diğer kurukafalarla bir o da.”


Kafatası ağırdı, birkaç kez tartar gibi salladı. Hafifçe havaya kaldırdı. Klasik repliği söyledi, “Olmak ya da olmamak…” 


“Ben olmadım, olamadım. Kendimi doğuramadım. Yaşam tohumumun serpilip büyümesine izin vermediler. Gürbüzleşemeden koparıp attılar. Elbirliği etmişçesine, kapalı kapılar ardında sözleşmişçesine kuruttular topraklarımı. Ben olmadım, olamadım. Neye el attımsa elden kaçırdım, neyi arzuladımsa ulaşamadım hayatta." 


"Masumiyetimi öldürdüler ilkin. İçimdeki çocuğu büyüttüler en acı veren yöntemlerle. Önce güldürdüler, sonra küstürdüler. Önce kucakladılar, sonra koşarak kaçtılar. Önce el uzattılar, sonra tokat attılar. Ya hiç gelmeseydiniz ya da kalsaydınız ya ey yaşayanlar!"


"Ve ben öldüm. Son darbeyi hiçbirinize bırakmadım, o gururu kimseye yaşatmadım. Son ölümcül vuruşu kendime sakladım. Öldüm. Bilmiyorsunuz. Bilmek istemezsiniz. Bilemezsiniz."


"Ölüler çağırdı beni neden sonra. Ruhumun taşlaşan yaralarına kemik tozu sürdüler. Hayata döndürdüler beni. Öyle bir hayat ki ne ölüyüm artık ne de diri."


"İşte, yeni hayat! Yıllarca insan üstü bir çabayla kurmaya çalıştığım yeni hayat aslında köşe bucak kaçtığım hayatmış. Ölümüne kaçtığım hayat, olması gereken hayatımmış. Ne yaparsam yapayım, hangi yolları izlersem izleyeyim dönüp dolaşıp geleceğim yer, işte tam da burasıymış. Tüm çabalarım boşunaymış." 


"Olmak ya da olmamak… Fark yok aralarında. İkisi de bir, ikisi de işte burada. Bir zamanlar olanlar da ellerimde, olmayanlar da! Hepsi kemik ve toz! Kemik tozu!”


Kafatasını poşete geri koydu, poşetin ağzını düğümledi. Çene kemiğini sakladığı yere gitti. Kemiği ait olduğu çukuruna geri koydu. Tırnak içlerine kadar kemik tozu bulaşmış ellerini eşofmanının ceplerine soktu. Ceplerin üstü kemik tozu oldu. 


Yürüdü. Mezarlığın çıkış kapısında durdu, geriye dönüp bakarken küçük bir gülümseme kondurdu dudaklarına. 


Yürümeye devam etti ağır adımlarla. Köşe başından dönüp gözden kayboldu.