Tamamlanmak için çıktığı yolda amacına ulaşmış, tamamlanmıştı. Sulu Boya tablosu gibi çizdiği büyülü hayat hikayesi, olayın diğer kahramanı tarafından hor kullanılarak eskitilmiş; Köprü’de son büyük darbe vurularak yok edilmişti. Ağır yaralı olarak kurtulduğu kişisel yangınından çok sonra yolu mezarlıklara çıkmış, ölüler Kemik Tozu sürerek onun yaralarını iyileştirmişti. Yaşayanların öldürdüğü adamı ölüler hayata döndürmüştü. Başka biri olarak başka bir hayata.


Mezarlıklarda geçirdiği süre de giderek azalmıştı çünkü alacağını almıştı. Arada yine gidiyordu ama iyileşmek için değil, ölülere vefasından. Mezun olunan bir okulu, çocukluğun geçtiği güzel bir mahalleyi, derin anlamı olan veya huzur bulunan herhangi bir yeri ziyaret eder gibi. 


Tamamlanmak için çıktığı yolda amacına ulaşmış, tamamlanmıştı. Tek farkla: Hedefinin tam tersine vararak. Yola çıkarken olmak/oldurmak istediği adamın tam zıddına dönüşerek. İnsanlara kavuşmak yerine onlardan uzağa düşerek. Hep yerine hiçe, herkes yerine kimsesizliğe vararak. Büyülü hayat hikayesinin başkahramanı olmak isterken gerçekçi ölüm hikayesinin antikahramanı olarak. Kaçtığı şeye dönüşerek. Peşine düştüğünden kaçarak. Aydınlıktan güç almak yerine karanlığa güç vererek. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak yerine kendisine o an öleceği söylense umursamayarak. Tamamlanmıştı.


Dar vadilerde coşkun bir nehir gibi akan duyguları zamanla sakinlemiş, ovaya ulaşan bir nehir gibi yavaşlamış, denize ulaşıp derinlere karışmıştı. Bütünlenmişti. Artık bir nehirden söz edilemezdi. Denizdeydi, denizin kendisiydi. 


Büyülü hayat hikayesini yazarken hayal ettiği gibi olmasa da yaşayabileceği her şeyi tatmıştı. Tam tersiyle sonuçlansa da yaşayabileceği her şeyi yaşadığına inanıyordu. Büyük bir ideal uğruna benliği üzerinde yüksek bütçeli bir deneye girişmiş fakat deney görkemli bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Bunun bir kayıp olmadığını anlaması zaman almıştı elbette. Filmlerde özel laboratuvarlardaki bir aksilik ya da ihmal nedeniyle oluşan beklenmedik sonuçlar gibiydi artık o da. Tezini gerçekleştirmek isterken antitezini ortaya çıkarmıştı.


Ömrünün geri kalanında neler yapmak istediğinden çok neleri yapmak istemediği önem kazanmıştı. Ezberleri, kabullenilmiş zorunlukları, gönüllü kölelikleri aşağılayarak reddetmişti. Herkesin söz birliği etmişçesine istediği her şeyi.


Kimle konuşsa “Eh, hayat bu.” demişlerdi ona. “Hayat bu.” dedikleri hiçbir şey hayat değildi oysa. Para kazanıp geçim sağlama uğraşları, geleceği kurmak adına yığınak yapmak, peşinden koştuklarından deli gibi kaçmak, ardına bakmadan kaçtıklarına bilinçli olarak yakalanmak, akıbeti meçhul biriktirmeler, seve seve alınan kararların yarattığı derin pişmanlıklar, sıkıla sıkıla alınan kararların yarattığı sığ bıkkınlıklar, hiç gereği yokken yapılan değişiklikler, tepeden düşer gibi inen sorumluluklar, isteksizce yerine getirilen görevler, kaçınılmaz döngüler, mesaiye bağlanan tekdüzelikler, bağımlılığa dönüşen alışkanlıklar, çevrenin beklentilerini karşılamak için girilen sosyal roller, tüm şanssızlıklar ve açmazlar, çıkmaz sokaklar, davranışları ve dış görünüşleri toplumsal şablonlara uydurma çabası, mahalle baskıları, bile isteye tercih edilenlerin zamanla sıkıcı zorunluluklara dönüşmesi, iplerin kaçan uçları, toplumun dayattığı yaşam biçimleri, “Başına dönebilseydim asla böyle yapmazdım.” denilen her şey…

Hepsi. Hepsinden sonra sanki son sözünü söylercesine yorgun bir nefes verişle “Eh, hayat bu!” dedikleri hiçbir şey hayat değildi ve gönüllü kölelerin hiçbiri bunun ayırdında değildi.


Hayat, tüm bu saçmalıklardan artakalanlardı. Daha iyimser bir tespitle hayat, tüm bunların dışındaydı. O da bunu aramıştı, gerçek hayatı. Yüce bir davaya gönül verir gibi çalışmış, çabalamıştı. Büyük emek vermişti bu yolda, nice sıkıntılar çekmişti. Defalarca ayağına çelme takılmış, büyük ve inatçı engellerle boğuşmuş, yığınla aksilikle mücadele etmiş, şanssızlıklar yüzünden oraya buraya savrulmuş, yine de yılmamıştı. Onu elde ettiği o kısacık zaman dilimi ise hayatının en güzel zamanlarıydı. “Eh, hayat bu.” değil, “İşte, hayat bu.” demişti. Oysaki insanlar tüketmeye programlıydı. Her şeyi çabucak harcayıp/eskitip yeni model yaşantılara geçiyorlardı. Geçmişlerdi. Onu yapayalnız bırakmışlardı. Gidenler şu aralar “Eh, hayat bu.” demekle meşguldü. 


Hayat üzerine derin derin düşünerek çıkarımlar yapmayı da bırakmıştı artık. Tüm çözümlere hakimdi. “Hayat bu.” diyenlerden çok uzakta, onların hayal bile edemeyecekleri, aslında görmek de istemeyecekleri bir yerde “Hayat bu kadar.” demişti. Bu kadar! 


Diğerleri gibi düzenin dayattığı zorunlu seçimlerin yapışkan ağlarında debelenmiyordu. Ona içten ya da dıştan emir veren hiçbir odak yoktu. Özgür ve bağlantısızdı. Çünkü büyük oynamış, büyük kaybetmişti. Korkarak yaşayanlar gibi hareket etmemiş, en uzak ve zor noktaya hedeflemişti okun ucunu. Görkemli bir yenilgiydi onunkisi. Diğerlerinin sönük ışıltılı başarıları yanında onunkisi güneş gibi göz kamaştırıcı bir başarısızlıktı. Denemiş olmanın ve keşke dememenin huzurunu yaşıyordu. Tüm yolları hedeflerinin tam tersine çıkmış olsa da.


Hayat bu kadardı. Tüm yolları deneyen, tüm kapıları zorlayan, kapıdan kovulsa bacadan giren, en küçük aralıklardan içeri sızan, yeraltındaki karanlık dehlizlerde el yordamıyla ilerleyen, defalarca düşüp kalkan ve her seferinde hiçe varan biri için hayat bu kadardı. “Tamam!” demişti. Yeni bir şeye başlamayacaktı çünkü yeni diye bir şey kalmamıştı. 


Mesaisi bitti, işten çıktı. Sahile yürüdü. Yıllar sonra sahile yakın bir yerdeydi iş yeri. Hayatı delicesine emmek istediği zamanlarda uzak ve dezavantajlı yerlere düşen iş yeri, hayatın o küçük ederini bildiği yıllarda deniz kenarına düşmüştü. Elbette böyle olacaktı. Hedeflediği her şeyin tersine varan biri için olağan bir sonuçtu bu. 


Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ağaç altındaki banka oturmadan önce her zamanki gibi tekel bayisine uğradı. Dükkan sahibi onu tanıyordu artık. İki bira, bir paket tuzlu fıstık istedi. Eskiden hiçbir tanışma ve sohbet fırsatını kaçırmazdı. Çabuk tanışır, kolay samimiyet kurardı. İnsanlardan bir şeyler alırdı. Artık konuşulacak bir şey kalmamıştı. Dükkan sahibinin laflamaya yeltendiğini anlar anlamaz iyi günler dileyerek siyah poşeti kaptığı gibi dükkandan çıktı. 


Bankına oturdu. Ağaç altı, sonbahara yanaşan hava, üşütmeyen ferahlatıcı rüzgar, masmavi denizin bembeyaz köpükleri, martı sesleri, ikindi güneşi, parça parça beyaz bulutlar… Fıstık paketini ve ardından biranın kapağını açtı, şişeden büyükçe bir yudum aldı. İlk yudumun yeri her zaman ayrıydı. Ağzında köpüren bira, boğazından yağ gibi akarak geçti. Patlayan baloncukların sesini duydu. Dilini damağına değdirdi, biranın tadını emdi. Sonra bir yudum daha, bir yudum daha… Birkaç fıstık… İşte keyif buydu. Yapılmaya değer olan buydu. 


Sülale geçmişinde içkiye dair anıların tamamı kötüydü. Lanetlenmiş bir şeydi. İçkiye bağlı ölümler, bozulan aile düzenleri, içkici erkeklerden şikayetler… Büyülü hayat hikayesini yazmak için çıktığı uzun yürüyüşlerinde düşünürken içki maddesine önemli bir yer ayırırdı. İçkinin bir erkeğe eninde sonunda yanlış yaptırdığını, kadınların tepkilerine neden olduğunu gözlemleme şansı olmuştu. Bolca da hikaye dinlemişti bu konuda çevresinden. O, asla diğerlerine benzemeyecekti. Bu lanetli döngüyü kıracaktı. İçkiden özellikle uzak duracak, sevdiği kadını üzmeyecekti. Genetik kodlarına kadar sinmiş olan alkole boyun eğmeyecekti.


İlk şişe her zaman çabuk biterdi. Son dolgun yudum için şişeyi başına dikti. Dipte iyice köpüklenmiş olan biranın tadı her zaman daha güzel gelirdi. Biranın kokusu artık soluklarına geçmişti. Alkolün verdiği o ilk hafif uyuşma başlamıştı bile. Gözlerini hafifçe kısarak gülümsedi. Günün en güzel saatleriydi.


İkinci şişeyi açtı, küçük küçük birkaç yudum aldı. İkinciye böyle başlamak güzel gelirdi. İki üç fıstık attı ağzına. Bira olmasaydı tuzlu fıstığı bu kadar sever miydim, diye geçirdi içinden. 


Alkolün uzağına hedeflenen hayatı -diğer tüm hedeflemelerde olduğu gibi- yine tersi yöne düşmüştü. İçki artık hayatının tam ortasındaydı, hatta anlamıydı. İçmek, çok severek yaptığı az sayıdaki eylemden biriydi; en önemlisiydi. Geri kalan yaşamında içki alacak kadar parası olsun yeterdi. Hayyam’ı da pek severdi ya! Bilge şairin içmekle ilgili dizelerini unutmamıştı hâlâ. En sevdiği birkaç dizeyi dışından okudu, denize karşı şerefe dedikten sonra. “Bu kadarcık bir hayata karşı yapılacak en güzel şey içmektir.” dedi ardından.


Hayyam, kitapları getirmişti aklına. Bir zamanlar ne çok okurdu. Kitaplar, büyülü hayat hikayesini yazma yolunda onun en önemli ilham kaynaklarındandı. Kitaplardan çok şey öğreniyor, neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğinin bilincine varıyor, olay kahramanlarının yol haritalarını çözümlüyor, tüm bilgileri kendi yolunu çizmek için kullanıyordu. Bilgili, kültürlü, duyarlı ve entelektüel biri olmak istiyordu. Kadınların böyle erkeklerden hoşlandıklarını sanıyordu. Kendisini çok sevecek olan kadına hazırlanıyordu. Bir zamanlar…


İdealist hayat çizgisindeki kitaplardan öğrendiklerini yakıp küle çevirdiğinden beri kitaplarla arasındaki bağ kopuktu. Kitap okumayı bıraktım, diyordu soranlara. Bırakmıştı da. Boş hayallere değil gerçek hayata ayna tutan, insanın gerçekte kim olduğunu anlatan kitapların dışında kalanları okumayı boşa zaman harcamak sayıyordu.


Hayat, öbür kitaplarda anlatılanlar gibi değildi asla. Gerçekleri yüksek perdeden sertçe anlatan kitapları da düzenin insanları sevmezdi hiç. Onlar her şeyin insanın elinde olduğunu süslü püslü önerilerle ve önermelerle anlatan kitapları severlerdi. Kendilerine gaz verecek olanları seçerlerdi. Güzel düşününce güzel olacağını, hayallerin ertelenmemesi gerektiğini, gerçek gücün içimizde saklı olduğunu, evrenin kendilerine kulak verdiğini, hayatın beklentiler doğrultusunda yönetilebileceğini sanmaya ihtiyacı olan insanlar… Toplu taşıma araçlarında tanışıp ayaküstü üç beş dakika konuştukları herhangi birisinden duyabilecekleri bilindik sözleri çok satanlar listesindeki kitaplarda görmeyi isteyen insanlar… Kendilerini tanımak, potansiyellerinin farkına varmak için yaşam koçlarından tavsiye satın alan insanlar…


Kitaplara inancı kalmasa da hayatında önemli yeri olan birkaç kitap vardı hâlâ. Onlar özeldi ve yerleri ayrıydı elbette. Az sayıdaki bu özel kitaplar hayatı ve kendisini anlamada önemli rol oynamıştı. Bunlardan biri de “Dr. Jekyll ile Bay Hyde”dı kuşkusuz. Çakırkeyifliğin eşiğine yavaş yavaş ilerlerken birden aklına düşmüştü bu kitap.


Tekel bayisine gitti, iki bira daha alıp banka döndü. Güneş alttan alta turunculaşıyor, beyaz bulutları diplerinden ateşliyordu yavaş yavaş. Denizin mavisi koyulaşıyor, dalgaların kabarttığı beyaz köpükler güneş rengine dönüyordu. Martılar telaş içinde bağrışıyordu. 


“Seni anlatan bir kitap söyle, tek bir kitap!” deseler “Dr. Jekyll ile Bay Hyde” derdi bir an bile duraksamadan. Anlatıyı özümseyerek kendi iç yaşantısına uygun bir izdüşüm çıkartmıştı zamanında. Dr. Jekyll onun sosyal yüzünü temsil ediyordu. Olmak, oldurmak istediği kişilik (deneye meraklı) Dr. Jekyll’da somutlaşıyordu.


İçindeki o kötücül yönü baskılamak, mümkünse yok etmek istiyordu. Bir kadının sevgisini ve güzel geçirilecek bir hayatı tehdit eden o kötücül taraf ise Bay Hyde’dı. Ona söz hakkı verecek olsa büyülü hayat hikayesiyle alay ederdi korkunç kahkahalarla.


İçindeki bu kötücül özü çocukken fark etmişti. Çizgi filmlerde kötü karakterleri tutardı hep. İyilerin sürekli kazanıyor olmasını saçma bulurdu çünkü. Bu bir savaşsa kazananlar hep aynı olamazdı. Hayat yolunda hep iyilerin kazandığını zihinlere pompalayan yayınların sahteliğini daha o yaşlarda anlamıştı aslında. Çocuklara gerçek dünya anlatılmıyordu. Üstelik bu, eğitim öğretim adı altında yapılıyordu. Yalanı öğretmek! Bir yazarın yapıtına ihanet etmekte, anlatısını değiştirmekte sakınca görmezlerdi bu uğurda. Pinokyo’nun gerçek bir çocuğa dönüştüğünü anlattılar. Gerçekte “kötü çocuk Pinokyo” ağaca asılarak idam edildi Baylar Bayanlar! 


Yıllar sonra izlediği bir Batman filminde Joker karakteriyle kuracağı güçlü bağın sağlam temelleri de çocukken atılmıştı. “Bazıları sadece dünyanın yandığını görmek ister.” repliğini işittiğinde ruhunun tekinsiz ve karanlık köşelerinde dolanıp duran Bay Hyde’dan söz edildiğini biliyordu. 


Elinden gelseydi insanlığın önem verdiği, yüceleştirdiği her şeyi yakar yıkardı. İnsanların büyük büyük anlamlar yükleyip tabulaştırdığı, bağlamlarından koparıp abartarak anıtlaştırdığı, değerli ve kutsal saydığı her şeyi yaktığının hayallerini kurardı bazen. Sirenler çalardı dört bir tarafta. Göklerden ateş yağardı. Önemsenen, baş tacı edilen, dokunulmaz sayılan her şey cayır cayır yanardı. Hayatı idealize edip olumlayan tüm kitapları ve filmleri Köprü’de yakan da Bay Hyde’dan başkası değildi. O, iflah ve ıslah olmaz bir kundakçıydı.


Yıllarca yürüdüğü sokaklarda düşünülen her ayrıntı, henüz çocukken içindeki varlığını fark ettiği Bay Hyde’ın güçlenip yönetimi ele geçirmemesi üzerine kuruluydu bir anlamda. Gençliğe adım attıktan sonra içindeki bu kötücül özü yok etmesi, en azından asla kaçılamayacak bir hapishaneye tıkması gerektiğine inanmıştı. Çünkü bir amacı vardı: Sevdiği kadınla geçirilecek harika bir hayat. 


Dr. Jekyll’ın idealistliğini kuşanıp kendi büyülü hayat hikayesini yazmak ve yaşamak istiyordu. Bu hayalini Bay Hyde’dan kaçırmalıydı. Çocukluktan beri derinden derine hissettiği o sert, tavizsiz, korkutucu ve şiddetli tarafın egemenliğini ilan etmemesi için çok düşünmeli, iyi kararlar almalı, yol haritasını bol bol gözden geçirmeli, hedefine ne olursa olsun ulaşmalıydı.


Üçüncü biranın son yudumlarını boğazından aşağı indirirken keyfi zirvedeydi. Yıllarca içkiden özenle kaçmış olmanın ne büyük bir yanılgı olduğunu düşünüp içkisiz yıllarının boşa geçmiş olduğuna hükmetti. İçkinin böylesine öcüleştirilmesine alaycı bir gülüşle karşılık verdi. İnsanlığın bu saçma hayata katlanabilmek, anların tadına varabilmek için icat ettiği en büyük şey içkiydi. Hayat bütünde değil parçada, zamanın genişliğinde değil anların sınırlanmışlığında yaşanırdı. Yarına inanan bugünü kaybederdi. 


Nefesinden yayılan alkol kokusu etrafını sarıp sarmalamıştı. Dördüncü birasının kapağını pıst diye açtı. En güzel şarkılardaki o etkileyici ses tonu gibi güzel geliyordu kulağına. Bir definecinin hazine sandığını açarken duyduğu heyecan gibiydi. Hediye paketini açan bir çocuğun duyduğu sevinç gibi. Pıst! Arka arkaya üç dört yudum aldı, bekledi bir yudum daha aldı. Dördüncüye böyle başlanırdı.


Alkolün bilinçaltını açık etmesiyle birlikte zihninde bir söyleve başladı:


“Merhaba, Dr. Jekyll ve Bay Hyde! Zihnim, yani geçmişim savaş alanınız oldu. Savaş alanınız oldum. Ben iyi bir hayat kurmaya çabalarken siz kapıştınız hep ölümüne. Ha, âşık olunan bir kadınla büyülü bir hayat yaşayabilmek uğruna seçme hakkımı Dr. Jekyll’dan yana kullandığımı kabul ve itiraf ediyorum ama Bay Hyde’ın sert ve ürkütücü hayallerinin sıcaklığı da pek çekiciydi doğrusu! Bu baştan çıkarıcı sıcaklığı -ne yalan söyleyeyim- bazen arzuladığım da oluyordu ama hemen baskılayıp susturuyordum. Yıllar sonra öğrendim ki insan özünü yadsıyamaz. Hani ‘İki hayatım olsaydı keşke!’ diyebilirim. Bir gün Dr. Jekyll olurdum; saygın, kibar, seviyeli, aydın, olumlu, görgülü, toplumda kabul görmüş olan adam. İdeal kişilik. İşte, Dr. Jekyll!


Diğer gün de Bay Hyde olsaydım. İnsanlığa lanet. Kaos Tanrısı. Yıkımın efendisi. İnsanların anlam yükleye yükleye ağırlaştırdığı, gazlaya gazlaya yükselttiği ne varsa dibinden ateşleseydim. Ne yangın ama! Eski ya da yeni tüm tabuları, değerli kılınan sahtelikleri, vahşi içgüdüleri gizleyen makyajları, toplumsal etiketleri, unvanları, rol maskelerini… Yani insanları %100 insan olmaktan alıkoyan ne varsa yakmak! 


Gözlerindeki perdeleri de yakıp gerçeğin aynasında yüzde yüz kendilerini gösterirdim onlara. İnsanoğlunun eğitim öğretimle, dinlerle, kurallarla, değerlerle, törelerle, geleneklerle, şunla bunla örttüğü, baskıladığı, derinlere gömdüğü o kötücül özlerini görmelerini sağlardım.


Neyse… Bugün artık aranızdaki savaşı sonlandırma antlaşmasını imzalamış bulunuyoruz. Evet, öyle! Zaman gösterdi ki bu savaşın bir galibi yoktur ve de olmayacaktır. Bundan böyle iki taraf da birbirinin özlük haklarını çiğnemeyecektir. Kimse kimsenin sınırına girmeyecektir. Bay Hyde’ın istediği yangının oluru yoktur. Kendisi de zaten zamanla bunun bilince varmıştır. Daha doğrusu bu konuda ona sunduğum gerekçelere ikna olmuştur. Yani, umarım olmuştur. Yoksa diplomatik bir refleksle inanmış gibi görünmeyi mi seçiyor? Ha, Bay Hyde? Pek de güven vermiyorsun ya neyse! Ne demişler, en kötü barış en iyi savaştan daha iyidir. Yani, bunun gibi bir şeydi işte! 


Bay Hyde’ın da istediği somut ve kabul edilebilir tek bir şey vardır artık. Ona da bu imkan bir şekilde sağlanacaktır. Sen var ya! Dünyayı yakmak isterken dönüp dolaşıp geldiğin nokta sadece ateşli arzular.


Evet, artık iki taraf da Yin Yang misali birbirini tamamlamaktadır. Tamamlanmıştır. Tamamlanmak için çıktığım yolda tamamlandım. Tamam! Bu kadar!”


Dördüncü bira bittiğinde keyfi zirvedeydi. Kederden değil, keyiften içiyordu ne de olsa. Keyfine keyif katmak için.


Banktan kalktı. Manzaraya bakıp selam çaktı. Güneşin batmasına kısa bir süre kalmıştı. Şişeleri ve diğer ıvır zıvırı toplayıp çöp tenekesine attı. Hafif yalpalayan adımlarla sahilden içeriye doğru yürümeye başladı. 


Biraz ileride eski bir manastır kalıntısı vardı. Birdenbire aklına gelince uğramak istedi. Yıllar önce, büyük hayaller beşiğiyken zihni, bir arkadaşıyla gelmişti buraya. Büyülü hayat hikayesini yazmak için çabaladığı zamanlardı. Yaşanacak güzel bir hayat vardı önünde. Hevesle doluydu yüreği. Göğüs kafesinin içi salınmayı bekleyen kuşların hızlı kanat çırpışları gibi atardı. Tüm çabaları sonuç verdiğinde her doğan gün birer mucize olacaktı. 


Bir mekan, iki farklı adam… Yıllar sonra işte yine oradaydı. Tüm hayallerini sıfırlamış olarak. Kalabalıklarla çıkılan yolun serin yalnızlığını yaşayarak. Başka biri olarak.


Manastır’ın etrafı tellerle çevriliydi bu kez. Tellerde bir boşluk aradı. Biraz uğraştıktan sonra dar bir boşluk buldu. Birileri zorlayıp geçiş yeri yapmış olmalıydı. Boşluğu zorlayarak genişletti ve eğilerek içeri girdi. 


Manastırın duvarlarının bir bölümü hâlâ ayaktaydı. Bazı yerler yarı yarıya, bazılarıysa tamamen yıkılmıştı. Çatısı yoktu. 9. yüzyıldan kalmaydı. Yapı kullanılırken kimlerin gelmiş geçmiş olabileceğini düşündü. Sarhoş zihninde görüntüler birbirine karışıyordu. Bir dua edenlerin mırıldanır gibi seslerini bir savaşanların bağırış çağırışlarını duyuyordu. Kimler gelmiş kimler geçmişti. Bugün hiçbiri yoktu. Onları hatırlayan kimse yoktu. Sadece yarı yıkıntı haldeki şu manastır… 


“Yıllar sonra işte tam da buraya gelecektim. Hangi yollardan geçersem geçeyim buraya varacaktım. Hayaller yüklenmiş bir adam yıllar sonra tüm hayallerini yollarda döküp saçmış olarak gelecekti buraya. Hansel ile Gretel’in ormanda kaybolmamak için ekmek kırıntılarını yola dökmeleri gibi. Ben de yollara döktüm hayallerimi. Hepsi yok oldu, dönüş yolum kayboldu. Kayboldum. Hayallerden arınınca buldum. Kendimi.”


“Heybesi ağzına kadar dolu adam… Heybesi boş adam… Neyse canım, heybemiz iyi ki boşaldı; böylece bol bol içki koyabiliriz içine.” dedi alaycı bir gülümsemeyle. Manastırla vedalaştı. 


Hava yeni kararmış, gökyüzü siyaha yakın laciverte boyanmıştı. Minibüs durağına doğru yürüyordu. Güzel bir gün sonuydu, diye geçirdi içinden. Bunu ömrünün sonuna kadar yapabilirdi. Aynı şeyleri aynı yerlerde -sürekli başa döndürülüp izlenen bir video gibi- tekrarlayabilirdi. Bir kez bile sıkılmadan. Aynı.


Çakırkeyiflik ve tatlı, hafif bir yorgunluk bedeninde hüküm sürüyordu. Kaygısızca, yavaş adımlarla, kendisinden emin, hayatından emin, her şeyden emin yürüyordu. Eve gidecek, ev ahalisiyle salonda biraz takılacak, sonra yatacak, ertesi sabah erken kalkacak, aptal işine gidecek, aptal işin bitiş saatini bekleyecek; çıkışta yine sahildeki bankta içecekti.


Durak görünmüştü. O an aklına düştü. Gözleri çocuksu bir sevinç ve heyecanla parladı. İçi kıpır kıpır oldu. Keyifli bir gülümseme kondu dudaklarına. “Eve giderken” dedi içinden, “caddedeki tekel bayisinden iki bira alayım.”