Hayatımın en güzel yanlarından biri de kitap okumak için, hayallere dalmak için, şarap içip şarkılar yazmak için kendime ait bir odaya sahip olmak.

Sanırım Virginia Wolf görseydi, beni tebrik ederdi. Sırf yan odadan gelen aptal kutusunun sesini bastırmak için açtığım Ay Işığı Sonatı'nı dinleyseydi Beethoven, eminim bir gece misafirim olmak isterdi.


“Her zaman sarhoş olmalı.

Her şey bunda, tek sorun bu.

Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken,

Zamanın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle?

Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.

Ama sarhoş olun.”


Sözlerinin sahibi Charles Baudelaire, kendi ellerimle yaptığım şarabı içseydi, Paris sıkıntılarını unutur benimle dertleşirdi. Size bir şey diyeyim mi? Kaç kez ağladı Nazım şu duvarımın köşesinde, Piraye için mi? Hayır. Sırf daha çok yaşayamadı diye.

Bir ara oturduk, Van Gogh, Nazım, Charles, Beethoven, Virginia ve ben. En çok ben. Şişelerce düşündük de bulamadık neden yazdığımızı, neden okuduğumuzu.

En son dayanamadı Edgar duvarda asılı posterinden. "Heyecanı delilik zannetmeyiniz." dedi. Delirmiştik oysa ki. Başkalarının gözünden olduğumuz gibi değildik. Biraz yarım, biraz korkmuş, epey karanlıktık. Nazım durur mu? "Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa." dedi. Gazı alan Beethoven köşede piyano ile mahşerden ezgiler çalmaya başladı, Virginia ve ben, iki kadının anlayacağı dilden bakışıyoruz. Güzel kadın Virginia. Charles Paris'i hatırlayınca daha çok içiyor. Garip adam. Baya palavracı. Van Gogh ise bir köşede eline kağıdı aldığı gibi bizi çiziyor. Bu delirmiş, biraz yarım, biraz korkmuş, ben uyuyorum artık. Sessizlik elimizde hiç kalmamış bu gece. Seviyorum hepsini, ama biraz gürültücü bizimkiler. Sabah olunca hiç gelmemiş gibi gitmeleri de bir tuhaf. İnsan hiç sabahları çay içmek istemez mi?