“Bundan böyle kentleri ben anlatacağım sana,” demişti Han. “Bunlar gerçekten var mı, sen de onu araştıracaksın yolculuklarında.” 

|Görünmez Kentler


Marco Polo’yu Çin’de o kadar uzun tutan neydi sorusuna cevap aramak gerekli. Avrupa’nın en zengin şehirlerinden biri olan Venedik’ten gelip Çin’de yıllarca neden Kubilay’a hizmet etti? Doğu’nun ve hatta dünyanın en zengin şehirleri olan Pekin ve Nanjing, Marco Polo’nun düşüncelerini nasıl etkiledi? Polo bayağı etkilenmiş olacak ki Çin’den döndüğünde anıların kaleme aldı ve adını tarihe yazdırdı. Ancak yanında onlarca soru bıraktı. O kentler gerçekten muhteşem miydi? Yoksa Polo’nun arzuları mı onları muhteşem yapmıştı? Orta Çağ Venedik’i, Pekin ve Nanjing ile kıyaslanınca bir hiç niteliğinde olduğu bugün biliniyor, fakat Polo anılarında gerçekten yaşadığı kenti mi temel alarak iki coğrafya arasında bir kıyaslama yaptı yoksa hayallerini mi temel alarak yaptı? 

Gördüğümüz kentler, görmediğimiz kentleri oluşturur. Özümüzü oluşturan çevre unsurunun en önemli ögesidir kentler ve bizi şekillendirir. Her özelliğimize dolaylı veya doğrudan etki ederler, hayallerimize ve kent algımıza dahi. Öyle ki endüstri kentinde yaşıyorsak doğa kentlerini, köyde yaşıyorsak büyük kentleri daha güzel görürüz bir nevi onları arzularız. Bu arzular bizim hayalimizde canlanır ve bir kent oluşturur. Bu oluşturduğumuz kentler de gerçek kentlere bakış açımızı tekrar etkiler, tıpkı en başta gerçek kentlerin bizim arzularımızı etkilediği gibi.

Bu ilişkilere en iyi örneği şu şekilde verebiliriz. Bir kent hayal edin, mayhoş böğürtlen ve zambak kokuları yaz aylarının sıcaklığıyla beraber burnunuza geliyor, gözleriniz kapalı bir şekilde nefesinizi alırken kokuları duyumsuyorsunuz ve aklınızdan tarifi olmayan düşünceler geçiyor, aynı sırada saçınızı hafif bir rüzgâr okşuyor. Gözlerinizi açtığınızda yeni açılmış kiraz çiçeklerinin pespembe görüntüleri arasında bir bankta oturduğunuzu görüyorsunuz. Banktan ufka doğru baktığınızda muazzam bir göl manzarası ve hemen ardında da güneşin hafif hafif batmakta olduğu bir dağ görüyorsunuz. Birden kulağınıza uzaklardan ince bir çello sesi geliyor. Gözlerinizi çevirip çellistlere bakıyorsunuz ve manzarayla beraber müziğin tadını çıkarıyorsunuz. Böyle bir kentte insanın arzularının boyutu çok farklı noktalara ulaşıyor, bir an hayal âleminde hissediyorsunuz kendinizi. Hiç gerçek olamayacak kadar güzel bir kentin içinde ufak ama eşsiz bir ânı tadıyorsunuz. Bu kenti oluşturan arzularınız şüphesiz yaşadığınız sanayi kentine bakış açınızı olumsuz etkileyecektir ve bir boğulmuşluk hissiyle yaşamanıza sebep olacaktır.

Hayallerimizde oluşturduğumuz kentler bazen gerçek kentlerden daha çok arzularımızı tatmin eder. Çünkü kendi istediklerimizi biliriz ve yarattığımız kenti de tam istediğimize göre şekillendiririz. Sevdiğimiz ögelerden bol bol koyarken sevmediklerimize yer vermeyiz. Bu çok doğal bir süreçtir ancak sürekli hayallerimizde yaşarsak gerçekten Görünmez Kentler ’in var olduğunu unuturuz. Calvino, Görünmez Kentler ’de kendi kurguladığı kentleri işlemişti. Her bir kenti de gerçekten var olan kentlerden neredeyse hiç yararlanmayarak oluşturmuştu. Calvino’nun kentlerinin en belirgin özelliğinin, güzellikleri olduğu söylenemez ama her birinin eşsiz olduğu da şüphe götürmezdir. Bütün bu olumlu özelliklerine rağmen Calvino bir şeyi unutmuştu. Görünmez Kentler ‘in gerçekten var olduğunu. Onlar vardı ve hâlâ varlar, sadece metropolitanlara sıkışmış insanlar tarafından var oldukları bilinmiyor. 

Görünmez kentlerin aksine görünen kentler, hatta fazlasıyla göz önünde olan kentler ve ne kadar göz önünde olursa olsun, ne kadar dikkat edilirse edilsin gerçekten buna değen kentler de vardır. Bu görünen kentler ile görünmeyen kentlerin ilişkileri insanın arzularını şekillendirir. Biz, hayallerimizi temel alarak görünmeyen bir kent yaratırız ancak bir şüphe de kaplar içimizi, ya o kent gerçekten varsa?

İlk örneğimizde olduğu gibi kentin gerçekten var olup olmadığı konusunda şüpheleriniz olabilir. Her gün apartman hayatı süren insanlara o kent ulaşılmaz hatta hayal gibi gelebilir. Ancak arzularınızı şekillendiren şeyin yaşadığınız kentin kendisi olduğunu unutmayın, o kentte yaşasaydınız ve şu anki hayatınızı hiç bilmeseydiniz, şu anki hayatınızı isteme şansınızla, sizin şu an o kenti isteme şansızla aynı olurdu. İşte bu durumda o kentin varlığına olan bakış açınız değişir. O kent artık bir hayal olmaktan çıkar, sadece uzak bir diyarda var olur ve gerçek bir biçime bürünür. Tıpkı Kyoto gibi.

Görünmez kentleri, görünür yapacak olan özelliğiniz onları aramaktır. Hayallerinizin kenti, dünyada uzak bir köşede sizi bekliyor. Arzularınızı tatmin etmeye ve değiştirmeye sizi çağırıyor, sadece hayal kurmaktan bir anlığına vazgeçip çağrıyı dinlemeye başlayın ve onu bulacağınızı göreceksiniz.

Kyoto’dan daha sıcak iklimleri seven insanların olması doğaldır. Şimdi onların arzularına kulak verelim. Bir kent hayal edin, serin bir yaz gecesi ve yanınızda sevdiğiniz insanlarla beraber deniz kenarında oturduğunuzu ve gelgitlerin artıp azalmasıyla beraber kötü anılarınızın birer birer silindiğini düşünün. Mehtabın, kimsenin duyamayacağı bir sesle size fısıldadığını hissediyorsunuz. Yıldızlar ise sanki arkadaşlarınızla konuştuklarınızı birer birer kaydediyor kendi dillerinde. Arkanıza dönüp baktığınızda mavi kubbeli beyaz evlerin bir tepe boyunca yükselmekte olduğunu görüyorsunuz. Bir klasik gitar sesi geliyor kulağınıza, çıplak ayaklarınızla plajda dans etmek istiyorsunuz. Sizinle beraber dostlarınız da geliyor ve yoldan geçen insanlar da neşenize eşlik ediyor. O anı dondurup ölümsüzleştirerek sonsuza kadar içerisinde kalmak isteyebilirsiniz. Kenti ve ortamı eşsiz ve canlı bulabilirisiniz. Sizin görünmez kentiniz de bu olur o zaman. Ancak unutmayın, bu kent uzaklarda değil.

Görünmez kentleri görünür kılmaktaki en büyük sorun maddi imkânlar ve zaman olarak görülür. Eşsiz bir kenti görmek, orada birkaç gün geçirmek için elbette yüklü bir miktar paraya ve boş zamana ihtiyacınız vardır. Ancak görünmez kentler, her zaman çok uzaklarda olmazlar. Bazen ufak bir yatırım veya birikim ile gidilebilecek yerlerdedirler. Bazen yaşadığınız ülkenin içerisindedirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi görünen ve fazlasıyla göz önünde olan kentlerden kafanızı kaldıramadığınız için yakınınızdaki görünmez kentleri kaçırırsınız. Bu kaçırışlar da arzularınızı olumsuz etkiler, onların hiç tatmin olmayacağı düşüncesiyle sizi varoluşsal krizlere sürükleyebilir. Ancak, kendi arzularınızın görünmez kentlerini aramak için elinizdeki seçenekleri, göz önünde olan kentlerle sınırlandırmamanız gerekir. Seçeneklerinizi genişlettiğiniz zaman tatmin edilemeyecek bir arzunuzun olmadığını göreceksiniz. Ve görünmez kentlerinizin de bazen çok yakınlarda olabileceğine siz de şaşıracaksınız. Tıpkı Santorini gibi.

Marco Polo kafasındaki iyi veya kötü kent imajıyla gittiği yerde bulduklarının hiçbirinin kendi arzularına uymadığını keşfetti. Gerçekten iyi kelimesi çok alt seviyede kalıyordu o kentler için. Ancak bunu oluşturan Polo’nun kent arzusunun sığlığından başka bir şey değildir. Bu durum sadece Polo için değil hepimiz için geçerlidir. Hayal ettiğimiz kentlerde yaşayan insanlar kendilerini orada yaşıyorlar diye şanslı mı görüyorlardır? Yoksa gerçekten hayatta kalmaya mı çalışıyorlardır? Kafanızdaki mükemmel kent imajı ve arzusu ile yarattığınız görünmez kentlerin içine hayali insanlar koyduğunuz da dahi onlar orayı mükemmel bulmayacaklardır, çünkü kent algıları henüz arzularını şekillendirmemiştir. Ne zaman ki sizin mükemmel dediğiniz kentten sıkılmaya başlayacaklar işte o zaman sizin sıkıldığınız kent onlara muhteşem bir kentmiş gibi gelecek ve bu onların arzularını şekillendirecek. Bu durumda arzularımızın bağımsızlığı gibi bir durum söz konusu değildir. Bu bağlamda ele alındığında kentler ve arzu birlikteliği, sadece kendi monotonlaşmış hayatımızı değiştirme isteğimizden doğan bir birlikteliktir. Bu da bizi görünmez kentlerimizi oluşturmaya ve aramaya iter.

Karın hafifçe çiselediği bir kış öğleni hayal edin, sokağı pencerenizden izliyorsunuz. Birkaç çocuk yılın ilk karını gördükleri için heyecanlı bir şekilde ellerini gökyüzüne tutmuş birbirlerine gülümsüyorlar. Birtakım yetişkin her zaman gördükleri manzaranın unlarda uyandırdığı umursamazlık duygusuyla karları ezerek ilerliyor. İşlerini düşünürken, çocuklara imrenerek bakıp derin bir iç çekiyorlar. Bir genç kız yokuştan aşağı koşarak ilerliyor, sarı saçları karlara karışmış bir şekilde savruluyor, dikkatinizi celbediyor, acaba ne diye koşuyordu? Diye düşünüyorsunuz bir anda ancak ufak bir ses dikkatinizi dağıtıyor, en sevdiğiniz içeceğin hazır olduğunun sesi bu. Yüzünüzde bir gülümsemeyle oturduğunuz sandalyeden kalkıp içeceğinizi almaya gidiyorsunuz, bardağınızı doldururken ellerinizi fark ediyorsunuz, hafif çekmişler ve buruşmuşlar parmağınızdaki halkalar belirginleşmeye başlamış olduğunu görüyorsunuz ve yaşlanmaya başladığınızı düşünüyorsunuz. Ancak bunların bir önemi olmadığına kanaat getirip en sevdiğiniz içecekle beraber cam kenarında, gençliğinizden beri en sevdiğiniz ânın tadını çıkarmaya, çiseleyen karı izlemeye, gidiyorsunuz.

Arzuladığımız kentleri hayal ederken durum tabanlı düşünmeye mahkûmuz. Hiçbir zaman orada yaşasaydık nelerle baş etmemiz gerektiğini düşünmeden, kör bir iyimserlikle her şeyin yolunda gideceğini ve hep mutlu olacağımızı düşünerek hayal kurarız. Kent arzularımızı bundan soyutlamanın imkânı yoktur çünkü beynimiz o kadar karmaşık bir sistemi hayal edemez. Rüyalarda bile insan olay veya durum bazlı yaşar, rüyalarda bir olayın ve durumun öncesi, sonrası nedeni ve sonucu yoktur. En karmaşık kurgu ürünü olan roman, video oyunları ve film gibi ürünlerde bile bir kentin ana yüzünü tamamen göremeyiz. Orada da kurgu olay veya durum bazlıdır. Ancak gerçekte işler çok farklı bir şekilde meydana gelmektedir. Yukarıdaki sahne bizim arzularımızın durum temelli oluşuna bir örnektir. Yukarıdaki şehrin kimliği hakkında en ufak bir fikrimiz bile yok, sadece durum rahatlatıcı hissettirdiği için kent de güzel geliyor bize. Ancak kentin Kuzeyin en büyük metropollerinden biri olan St.Petersburg olduğunu düşünürsek durum değişmez fakat şehri arzulama isteğimiz değişir. Orada yaşamaya başladığımızda durum geçici olduğunu ve bizi zamanla sıkmaya başladığını görürüz. Oradaki yetişkinlerden birine döneriz. 

Görünmez kentlerin en büyük eksisi de bu belki de. Oluşturduğumuz kurgusu her ne kadar güzel olursa olsun içinde yaşamaya başladığımızda görünür kentlerden bir farkının kalmayacağını görürüz. Bu da görünmez kentlerin aslında var olduklarını gösterir. Hayalinizdeki kenti gerçeğe aynen yansıttığınız da onun şu an yaşadığınız kentten bir farkı olmadığını adeta bir cehennemden diğer bir cehenneme geçtiğinizi düşüneceksiniz. Bu da sizi farklı bir kent arzulamaya itecek ve bu arzu da o kentte yaşamak istemenizi sağlayacak ve orada yaşamaya başladığınızda aslında görünmez kent diye bir şey olmadığını göreceksiniz. Bu da döngüyü tekrar başa saracak.

Polo’nun da dediği gibi: “Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem.”