Çocuklarıma:


Kelimelerimi duygularımın akışına bırakacağım:


Şu ahir zamanda tek hücreli, dört duvar arasında, kuru bir ranzayla köşeye sıkışmış masa üzerinde duran boş defter sayfalarına sizlere bunları yazmak da varmış.


En son bıraktığım zaman diliminde bırakmışım sizleri. Dünya gözüyle son bir kez olsun sizleri görmek için ölüp dirilmeyi çok isterdim.

Bu gidişle de galiba göremeyeceğim. Keşke yapmasaydım dediklerim, aldığım her solukta bana eşlik etti; doğan her bir günün saati yaptığım dönülmez hatamın ruhumda bıraktığı sürekli kanayan yaranın üstüne tuz basarak hissettiğim pişmanlıklarımla geçiyor.


Annenizi size geri getirebilmeyi, sizlere ömür boyu babalık edebilmeyi, sizler büyürken her anınıza eşlik edebilmeyi çok isterdim.

Olmadı.

Yapamadım.

Tek suçlu da bendim.


Cezaevi koridorlarında gardiyanların ayak sesini duydukça "Salih, çocukların seni görmeye gelmiş." cümlesine canımı verirdim.

Beni görmek istememişsiniz. Evet, annenizle ayrılmıştık. Ayrılırken de her hafta sonu sizlerle zaman geçirmek şartını koymuştu. Annenizle tek birlikteliğimiz okul etkinliklerinizdi. Olay günü de karne gününüzdü, planladığım bir olay değildi. Karne çıkışı sizlerle sadece yemek yemek istemiştim. Annenizin de gelmesini en çok siz istediniz. Haklıydınız, masada toplanan gerçek bir aile olduğumuzu görmek istiyordunuz. Siparişi verip önümüze gelen yemekle beraber her şey tam bir aile görüntüsündeydi. Tam da hafızalarınızda olmasını isteyebileceğiniz fotoğraf karesiydi.


Nasıl olduğunu anlayamadığım duygu, düşünce karmaşasında annenizle yine sudan sebeplerle tartıştık. Kendi içimde frenleyemediğim, annenizin de sürekli şikâyet ettiği, ayrılmamıza da neden olan öfke nöbetim yine devreye girmişti. İrademi kaybetmiştim. Aklım bende değildi. Bir anda önümde duran bıçağı annenizin boynuna sapladım. Etraftan yetişenlerin kargaşası arasında sizleri de orda bırakarak kaçtım. Hastaneye yetişmeden anneniz yoldayken yaşamını yitirmiş. Sizleri ise devlet korumasındaki yurda yerleştirmişler. 


Yardım etmesi için kardeşim Hasan'ı aradım. Hasan'ın "Abi teslim ol." demesine itiraz ettim. O da gidip ihbar etmiş. Sabaha doğru bir baskınla yakalanıp tutuklandım.


Tek ziyaretçim avukatımdı:

—Salih Bey, çocuklarınızın velayeti hakkında dava açılmış.

—Kim?

—Eşiniz Türkan'ın babası. Kızının vefatıyla ülkeye dönmüş. Avukat tutmuş. Eşinizin de yakın arkadaşıymış avukat. Beni arayıp "Türkan'ın babası, müvekkiliniz Salih'e velayet davasını açtı. Yapılanlar ortadayken çocukların nasıl bir ortamda yetiştiğini, psikolojik etkilerini raporlarıyla mahkemeye sunacağız. Mahkeme heyeti psikolog eşliğinde çocukların da ifadesine başvuracak, bilginiz olsun.” dedi.

—Demek döndü haaa...

Davayı kazanması için kolaylık sağlayın.

Çocukların velayetinin Türkan'ın babasında olması isabetli olacak.

Yıllar sonra geldiyse onarılması zor vicdan azabı duyuyordur. Türkan'a karşı yapmadığı babalık görevini çocuklara yapacaktır.

—Salih Bey, nerden biliyorsunuz böyle olacağını?

—Türkan'dan biliyorum. Babaannesi ona huzur, güven içinde sevgiyi kazandırmış, güçlü bir karaktere sahip olmuştu. Babasında da kırıntısı varsa benimkilerin yanında kalmalarından iyidir...


Bugün tek avuntum geçmişte annenizle, sizlerle geçirdiğim anlarımdı:


Üniversite kaydımı son ana bırakmış, yetiştirme telaşındaydım. Yaptım. Bir süre sonra okullar açıldı. İlk on beş gün gitmemiştim. Niye gitmediğimi ben de bilmiyorum. İnsan merak eder değil mi? O da yoktu. Bir şekilde puanlarım tutmuş, hukuk kazanmıştım. Kuzenim ısrar etmişti:

—Ya gidip bari okulunu görelim.

Gittik. Fakülteyi bulduk. Koridorda ilerlerken elindeki notlardan on kişilik gruba bir şeyler anlatan bir kız dikkatimi çekti. Yanlarından geçerken kuzenim yüksek sesle: 

—Salih, sınıfın burası. Bak, millet şimdiden çalışıyor. Hey Allah'ım, sen dişsiz olanlara leblebi veriyorsun...

Gülmüştük.

Listede ismimin olduğu sınıftaydık.

—Merhabalar, ben Türkan. Galiba siz de bu sınıftasınız.

İlk kez orada annenizi görmüştüm. Konuşurken de gökkuşağının yedi haresindeki yeşil renkli gözleri parlıyordu.

Artık okula düzenli gidecek esaslı bir nedenim olmuştu. Türkan. Sevdiğim. İki gözümün renkli çiçeği...


Derslerdi, karşılıklı alıp verdiğimiz notlardı derken bir taraftan dönemleri bitiriyoruz, Türkan'la da iletişimlerimiz artıyordu. Arkadaşlıktan öte, başka bir şeydi ona hissettiklerim. Aklıma koymuştum, okul biter bitmez Türkan'la evlenecektim.

Türkan'ın ya yüreğinin sahibi olmalıydım ya da hiçbir şeyi.


Türkan net bir karaktere sahipti:

—Koridorda Salih adını duyunca ayaklarım beni sizin gittiğiniz yöne yöneltti. Salih babamın ismi. Çok seviyorum bu ismi.

Nerden bilecekti ki isim benzerliği olan diğer bir Salih, ölümüne neden olacaktı...


Arkadaş ilişkimiz evliliğe doğru yol alırken Türkan'a:

Bu kadar çok duygu eksikliği yaşamış olmana rağmen nasıl bu kadar güçlü bir iradeyle, sağlam karakterle durabiliyorsun?

—Elbette ki kolay olmadı. Tüm süreci babaannemle atlattık.

Anne baba eksikliğini yaşamış olmamdan dolayı etrafımdakileri kendi mutsuzluğumla meşgul edeceğime kendimin de etrafımdakilerin de kıymetini bilmeyi seçtim.


Türkan anlattıkça, paylaştıkça gözümde ulaşılmaz yerlerde yerini alıyordu. Zihinsel ve içsel özgürlüğü ve huzuru bulma yolunda ilerliyordu. Benim dünyamda her defasında bir basamak daha yukarı çıkıyordu.


Ben onun gibi değildim. Üstelik ben anne ve babamla beraberken anne-babamın çocuklarının en büyüğüydüm. Huzursuz, güvensiz, sevgisiz, kimsenin kimseyi dinlemediği, sürekli kavga, gürültünün olduğu ortamda kaldım.

Yüksek sesin geldiği zamanlarda kendimi evin en kuytu, karanlık yerlerinde bulurdum.

Babamın alçak sesle konuştuğuna hiç tanık olmadım.

Hep emir kipini kullandı. Ötesi yoktu.

Hep zil zurna sarhoştu.

Ayık hallerini hiç görmedim.

Şefkatli bakışlarını hiç görmedim.

Başımı okşadığını hiç görmedim.

Bizleri sevmeyi bilmedi, denemedi.

Her bir hücrem baba sevgisizliğiyle üşüdü.


Ruhlarımızın eksiklikleriyle bitmeyen bir savaşımız vardı babamla.


Sersefil bir yaşantıyı bizlere yaşattırdı. Bizim onun için dikkate alınacak bir değerimiz yoktu. Vardık ama yoktuk.


Babamla sofraya oturmak demek babamın elleriyle döşediği mayın tarlasında olmak demekti.

Gerilmiş kulakları, çatık kaşlarıyla anlındaki öfke damarının kabarması, gözlerinden akacak alev topu her an üzerimize patlamaya hazırdı. Nice zamanlarda aç oturmuş sofradan; yemeğe, ekmeğe, suya dokunmadan kalkmalarım saymakla bitmez.


Oysa sokakta karşılaştığı mahalledeki çocuklarının başını okşar, şakalaşır, harçlık verirdi.

Hiç unutmam, bayram arefesiydi.

Evin önünde mahallenin çocukları babamın etrafını sarmıştı. Babam da en az arefe gününün çocukları kadar sevinçliydi. Her birinin avuçlarına para verirken başlarını okşayarak bayramlarını arife gününden kutluyordu. Atmosferin havası, arefe gününün kutsallığı aklıma gelince kendimi babamın ellerine sarılmış, yalvar yakar bayramlık üst baş isterken buldum. Keşke gitmez, istemez olsaydım. Elinin tersiyle öyle bir tokat attı ki etrafımda döne döne yüzükoyun yere çakıldım. Kuru toprak ağzımdan, burnumdan akan kanı vantuz gibi derinliklerine çekiyordu. "Ulan p... kuruları, olan paramı size, annenize mi harcayacağım? Düşmediniz gitti yakamdan..." Ağzımdan, burnumdan akan kanı, kırılmış dişimi unutmuştum. Onca çocuklar içinde attığı küfürlerin haddi hesabı yoktu... Kalbimi matkapla delseydi, kerpetenle etimi lime lime kopartsaydı, yedirseydi daha iyiydi.

O günden sonra utancımdan ne mahalleye çıktım ne de çocuklar arasına karıştım. Sonraki arefelerden de bayramlardan da ama en çok babamdan nefret ettim... 


Babam; düşüncelerimi, duygularımı ifade etmemi öyle bir köreltti ki... Hücreye konmuş, pas tutmuş, kırk kilit vurulan, kilidi de elinde tutan infazı hazırlayan cellatlar gibiydi.

Yaptığı öğretilmiş, benimsenmiş, kabul görmüş çaresizlik psikolojik baskıydı. Zayıf karakteriyle acınacak olduğuydu. Oysaki küçücük anahtar benim kendi elimde, yüreğimdeymiş. Bunu şimdi anlayabiliyorum; içimde affetmeyi, birey olmayı, biz olmayı, babamın hastalıklı sularından çıkmayı öğrenebilirdim.


Sonunda içmekten, alkol komasına girmekten bir sabah hastane morgundan cenazesini dayımla alıp götürüp gömdük.

Gitmişti.

Sonsuza dek bir daha gelmeyecekti.

Yaşattırdığı duygu eksikliklerinin hiçbirinin hesabını da vermeden ölüp gitti.


Artık evde kavga sesleri yoktu. Ama babamla asıl kavgam içimde hiç bitmedi...


Arada dayımın verdiği kitapları okuyordum. Bazen çelişkiye düşerdim. Kitaplarda anlatılanlarla benim yaşadıklarım arasında dünya kadar uçurum vardı. Dengeyi tutturmada zorlanıyordum.

Vücudumu kasıp dişlerimi, ellerimi sıkarak uyumaktan sabahları hem çenem, hem de tüm vücudumun ağrısıyla uyanıyordum.

İçimdeki baba sevgisizliğinin en derin yaralarının açtığı acıyı bastırarak hiçbir şeyi değiştirememenin öfkesi içimde günbegün büyüyordu. Ne zamana kadar bastırabilirdim ben de bilmiyordum.


Okul biter bitmez Türkan'la nişanlandık. İkimizin de ortak kullanacağı hukuk bürosunu açtık. Türkan özellikle çocuklarla ilgili, çocukların lehine olabilecek davaları alıyor; ıskalamadan da davaları kazanıyordu. Çocuk deyince onda akan sular dururdu.


Ben ise genelde kadın istismarı, cinayetleri olan davaları tercih ediyordum. Kazandığım davalar da oluyordu kaybettiğim de.

Ne garip değil mi? Mesleğimi kadın şiddeti, istismarı üzerinden canhıraş icra ederken bana dünyaya farklı açılardan da bakılabileceğimi, anlayabileceğimi, sevebileceğimi öğreten, sevdiğim, eşim, çocuklarımın annesi Türkan'ımın, bir kadının ölümüne ben sebep oldum.


Evlendik. Hafta sonları babaannesinden kendisine kalan köydeki eve giderdik. Beni de köye alıştırmıştı. Tatil günlerini iple çekiyor, zamanı Türkan'ın baba ocağında geçiriyorduk.

Bana her şeyiyle iyi geliyordu Türkan.


Sırasıyla, iki yıl arayla sizler doğdunuz. Her fırsatı değerlendirip sizlerle köyde kendimizi buluyorduk.


İşti, çocuktu, evi geçindirme hesabıydı derken Türkan'la artık az zaman geçirir, az sohbet eder buldum kendimi. Kendimi yalnız hissediyor, sinirlerim geriliyor, adını koyamadığım bir süreçten geçiyordum.

Kendimi alkol masalarında oturuyorken buluyordum. İçtiği için baba nefretini kazanan, alkole düşman gözüyle bakan ben ne hale gelmiştim... Tıpkı babam gibi ben de çift karekterli insan olup çıkmıştım. Artık eve geç gidiyor, hatta eve gitmeden duraktaki banklarda uyuyakaldığım da oluyordu. 


Ben bu durumların gelgitlerindeyken Türkan tüm işlerinin üstesinden geliyor; eve, sizlere zaman ayırıyordu. Annenizin kıymetli dünyasıydınız. Büyümenizin her bir anına tanıklık ediyordu.

—Yaşarken varlığımı çocuklarıma hissettirmeliyim. Anne baba eksikliğini çok yaşadım. Yeminliyim, çocuklarıma yaşattırmayacağım...


Annenizin babası için ne demek istediğini bugün çok daha iyi anlıyorum: Sizler de "benim günahsız vicdan azaplarımsınız..."


Suçluyum.

Biliyorum.

Sizlerden tek isteğim hukuk okumanız.

Okuyun.

Okuyun ki ben ve benim gibi adaletin, hukukun, vicdanların da kabul etmediği gerçek suçlulara hak ettikleri cezayı almalarını sağlayın.


Hukuk ne kadar hak ettiğim cezayı verse de vicdanımın uyutmadığı, kan kustuğum gecelerin birinde asıl cezayı illaki bir gün ben kendime vereceğim. En çok da babamın bana yaşattırdıklarının, babamla hesaplaşacağım zamanı sabırsızlıkla bekliyorum.


Hayat bir denge meselesiydi. Bir kez dengeni kaybedersen düşebilirsin ama dengeni kaybetmekten korkmazsan hiçbir zaman düşmezsin. Ne yazık ki babam gibi korkak, babam gibi ben de düşenlerdendim.


Boşlukta kalabalığın tozuyla savrulmaktı benimkisi.


Bilinçaltının derinliklerinde çatlağa neden olmuş bir aile dramıydı bizimkisi. Kişiliğimi tamamen yok edene kadar sürekli genişlemiş bir çatlaktı benimkisi.


Oysa Türkan bana güneşi göstermişti.

Ama ben karanlıklarımda debelenip durdum. 


Dilek ağaçlarına astığım "keşkelerim" o kadar çok ki... Astıklarımın hiçbiri tutmadı...


Babanız Salih.


...



Bir buçuk saattir ki direksiyon başında araba sürüyordu. Ana caddeden direksiyonu sağa kırıp toprak yola saparken arabanın camlarını kapattı. Toprak üzerinde dönen tekerlekler arabanın arkasında toz bulutunu bırakıyordu. Köyün adını tabela üzerinde görünce arabanın hızını düşürerek yol aldı.


Günlerdir gelgitlerinden kurtulamıyordu. Gitmekten öte neyi, nasıl söyleyeceğinin stresi bitmek bilmiyordu. Dosyayı aldığı, incelediği gün bile bugünkü kadar zorlanmamıştı. Akşamdan kararını almış, sabah sekizde yoldaydı.

Yolun engebelerine uyarak üzüm bağlarını ardında bırakıyordu... 


Doğru adresteydi. Çift kapının her bir kanadının üzerinde oyma kabartma deseni verilmiş, dallarından elini uzatsan zeytin tanelerinin avuçlarına düşecek kocaman zeytin ağacı duruyordu. Kapı tokmağında kanat çırpan, uçmaya hazırlanan tunçtan güvercin.

Tokmağı üç kez vurdu.

—Buyrun. Kime bakmıştınız?

—Salih Beyi soracaktım.

—Ben kardeşi Cemal.

—Kendisiyle görüşmem gerekiyor.

—Abim uyuyor. Uyanık olsa da size yardımcı olamayacak kadar hasta.

—Geçmiş olsun.

—Neden soruyorsunuz abimi?

—Ben Aysel. Avukatım.

—Resmi işleriyle ben ilgileniyorum. Konu nedir?

—Biraz vaktinizi alabilir miyim?

—Buyurun, bahçede konuşalım.


Etrafı duvarlarla örülü koca bahçe içinde bacasından huzur ve güvenin tüttüğü, açık olan kapısından ise insanı sevgiyle içeriye davet eden kutu gibi ev...


Kavak ağaçlarının gölgesi altında duran plastik sandalyede karşılıklı oturdudalar. 

—Cemal Bey, Türkan'ın katil zanlısını savunmam için görevlendirildiğimde itiraz edip kabul etmek istememiştim.

Sizlere yaşatılan, yaşadığınız benzer hikayenin içinde büyüdüm; kuzenim, ilk doğumuna bir ay kala eşi tarafından boğularak öldürüldü.

Zanlı hala içeride. İyi hal indirimleriyle aflardan yararlanmaya çalışıyor.

Daha çocuk yaşlarımdayken beynimi kodlamıştım.

Avukat olacaktım.

Oldum.

Kuzenimin dosyasını tekrar açtım. O yüzden sizi, sizleri çok iyi anlıyorum. Ben de işimi yapmaya çalışıyorum. Umarım beni anlıyorsunuzdur. Devletin görevlendirmesiyle bir zanlının avukatlığını yaparken bir taraftan da kuzenimin ölümüne neden olan zanlıya hüküm giydirmeye çalışıyorum. Sizlerle böyle bir karşılaşmadan dolayı gerçekten çok üzgünüm.


Cemal sadece dinliyordu.

—Benim Salih Bey’i görüp konuşmam gerekiyordu. Kendisine teslim etmem gereken emanetler vardı.

—Dediğim gibi, Salih abim çok hasta. Karaciğer nakli yapılacak. Yurt dışındayken sürekli tedavi görüyormuş. Uzun hastane yatışları olmuş.

Her tedavi sonrasında gelmeyi düşünmüş ama hasta haliyle son anda gelmekten vazgeçiyormuş.

Türkan'la, bizlerle iletişime geçmemesinin asıl nedeni hastalığıymış.

—Desenize Türkan'nın babası açısından da başka bir dram yaşanmış. Kim bilir neler yaşadı?

—Biliyor olsaydık sonuç daha farklı olabilirdi.

—Vekaletnameyi size verdiğine göre sizinle paylaşayım:


En son cezaevi ziyaretim sırasında zanlı ısrarla Türkan'nın babasına ayrı, çocuklarına da ayrı mektup yazdığını söylemişti. Kendisiyle ilgili herhangi bir durum yaşandığında muhakkak hem abinize hem de çocuklarına mektupları vermemi istemişti.

Abinizle konuşur gerekli gördüğü herhangi bir zaman diliminde de çocuklarına yazdığı mektubu, çocuklar için doğru olanı neyse onu yaparsınız.

Artık dosya kapanacak.

—Neden?

Çocukların babası, Türkan'nın katil zanlısı Salih cezaevinde intihar etti.

Buyurun, mektubu size vereyim...