Doğduğumuz andan, öleceğimiz an’a kadar yerine getirmemiz beklenen o kutsallaştırılmış görev “kimliğimizin içini doldurmak”.


Şöyle bir bakıyorum da sanırım hepimiz bu görevi yerine getirmek ve toplumda yerimizi almak için elimize ne geçerse içine koyacağız.


Mesela, bu hafta ne ürettik kimliğimiz adına, vitrinde yerini alan o son şey ne oldu?


Açıkçası ben bu yola nereden başlarsan başlayayım, yönümü nereye dönersem döneyim, o yol gideceğim yere varmıyor. Farzı misal biçilen bu kaftanla sürekli kuzeye giderek güneye varamıyorum.


Bu büyük kimlik savaşlarının içinde henüz tam yerini belirleyememiş, bir karakter değil de bir birey olabilme çabasında kendimi deneyerek olağandışı durumlara bata çıka bir ışığı arıyorum.


Yaşamamın bir gizemi yok, ben paylaşmadan duramıyorum. Sahi gizemli olmayı ya da olabilmeyi seviyor musunuz? Sadece soruyorum, merakımdan.


Konudan çok uzaklaşmadan; her şeyi kimliğe koyabiliyor muyuz tam olarak emin değilim. Ya da daha açık konuşmam gerekirse vitrine her şey girebiliyor mu?


Cesur olup itiraf etmem gerekirse, yani kendi adıma;


-“Beni ne zaman uyutacaksın artık kafam karıncalandı” dediğim içsel meseleleri

-Ara sıra olan “kendi hayatıma gram saygım yok bugün hiçbir amacım da yok” uyanma saatlerimi

-İstemeden içine düştüğüm durumları

-“Ben böyle gördüm, bildim, sevildim. Sen de böyle göreceksin, bileceksin, sevileceksin!” haksızlığı ile ellerimi kirlettiğimi

-Geçmişin savaşlarına şöyle bir göz atarken “ulan tek başıma nasıl yapayım ben bunu” dediklerimi

-“Ben hâlâ, nasıl bu kadar...” diye iç çektiğimi


vitrinime koyamıyorum. Yine de bana ait ve bana ait oldukları için çok güzeller.


Şimdi işim kağıt kaleme düşünce düşündüm de bir vitrine ihtiyacımız yok.


Kimliksiz olmayı seçiyorum diyecek kadar iddialı değilim. Ama ele avuca sığmayacak kadar cesur olduğumun çok farkındayım!



Şükran DOYRAN