Güneşin doğuşuyla açtığım ofisim uzun bir binanın yedincikatındaydı. Her sabah olduğu gibi o sabah da iki dereotlu poğaçamla açtım kapıyı. Masamın manzarası, sabahın en erken saatlerinde uzun körüklü otobüsleri dolduran yorgun ve uykusuz insanlardı. Adalet Sarayı'nın hep aynı solunda simit satan tahta arabasıyla kır sakallı bir adam, hemen hemen dokuz yüz elli metre kadar sağında bir sergide bakınan dağınık topuzlu bir kadın, çorbacıdan çıkan kısa boylu ve ütüsüz gömlekli yetişkin bir adam, pazardan kızına akide şekeri alan bir anne manzaralıydı ofisim.

 

Operanın, kırmızı etekli çiçekçinin, deri ceketli bir gencin kemanının ve kafasında sayısız simitle gezen küçüğün sesiyle müzikal veren bir şehrin tam köşesindeydim; sadece sabah dört-beş sularında sessizleşen bir şehrin ise tam ortasında.Yorgun, mesaili, ışıklı, ışıksız, sessiz ve sesli bir şehrin üstündeydi masam. Sandalyemden kalkmadan bu şehir tüm ayrıntılarını bana sunardı, öyle sanardım en başları. Ardından sandalyemden kalkıp camıma doğru attığım her adımda sayısız pek çok Bay X beni selamladı. Artık tüm gerçekliğiyle ofisime manzara veren bir şehrin hiçbir yerindeydim. Yedinci kattaki ofisimin en altındaki Bay X’le şimdi göz göze geldim:

 

Yeşillenmiş duvarlarda bir sütun bir satır çizen gözleriyle bakınıyordu Bay X. Sokaktan eline yapışan köpek kokusu, sağ ve solundaki (sol tarafındakilerin birçoğu sağdakilere göre herhangi bir nedenle çıkmaktan vazgeçmiş) saçları kafatasının hemen tersine aksilenmişti. Bacaklarını, gıcırdayan bir parkenin üstüne sıfıra sıfır yapıştırmıştı. Biraz evvel iki sokak ötedeki gösterişli giriş kapısı olan içerideki havaya rağmen buz gibi demirini korumayı başaran o evin artıklarıyla doyurmuştu kendini. Artık. Artık bir tarafı ısırılmış kâğıt helvayla, artık iki kez çekilmiş bir tütün dalıyla, artık mantarı içine itilip harmanlanmış iki yudumluk şarapla, artık iki sıra örgüsünden sökülen pembe bir şapkayla… Başka hayatların artıklarıydı Bay X. Üzerindeki grimtırak hırka, diğer dört düğmenin aksine isyan etsin diye eski bir gömleğin düğmesinden dikmiş yaşlı bir ninenin olmalıydı. Sol ayağındaki ve baş parmağını içeriye ittiren kırk bir numara siyah bot ise ters bağcıklamayı huy edinen (belki de hâlâ bot bağlamasını bilmeyen) yirmilerinde gencin, sağ ayağındaki ise muhtemel olarak iyi bir işi olan sadece iki en fazla yedi kere giyildiği topuklarından belli olan kırk dört numara şaşalı rugan ya bir mühendisin ya bir mimarın ya bir okul müdürünün olmalıydı. 

 

Farklı hayatların artan kalıntılarıydı Bay X. Atmaya değer bulunan neyse onlar, her biri bir Bay X ederdi. Kimse bulamazdı Bay X’i. Yıllarca aranan o okul sıralarında, siyah mürekkepli beyaz önlüklü, hızlı hareketlerini yakalaması çok zor olan kısa boylu ve muhtemelen gözlüklü beylerin kaleminin ucunda, sayfalarca zımbalanmış yerleştirme sınavlarının ortalarında, bazı dilenen tekerlekli sandalyelerle köşeleri yumuşamış sokaklarda, her daim temeli atılır atılmaz kesilen yarım hastane inşaatlarında X bulunamazdı. Çünkü bir yeri de yoktu Bay X’in, yurdu da. O her hayatın içinde ve bir o kadar da dışındaydı -en çok da dışarıdaydı.- Bazenleriarkalarına dönüp bakılmayan o evlerde uyanırdı, bazen ise uyanır uyanmaz annelerini sürükleyen o çocukların parklarında. Acıda uyanırdı Bay X, başka başka evlerin soğuk duvarlarında, sabah yedi sularında sıra sıra boşaltılan çöp konteynerinin baş ucunda, boşlukta, bazen sonsuzlukta... Yitirilmiş bir hayatın öznesi, yeşeren hayatların ise seyircisiydi. Sonsuz sokakların, sokaksız kadınların, isimsiz bebeklerin, failsiz cinayetlerin, sahipsiz cüzdanların tanığıydı. 

 

Sıra sıra domino taşlarıyla dizilmiş bir şehrin yıkıntısıydı Bay X. Bir hayatın yıkıntısıydı. Bir babanın, bir şirketin güvenlik görevlisinin, bir apartman yöneticisinin, her gün aynı saatte bindiği minibüs yolcusunun, bir veli toplantısındaki velinin… Her biri tek bir Bay X’ti. Şimdi ise hiçbiri değildi, koca bir hiçlikti. Sanki hayat Bay X’i eşitliğin solunda yalnız bırakmıştı ve diğer tüm sahip olduklarını sağına atmıştı. Bir hayattan kapı dışarı edilmişti ve koca bir boşluğa kapı içeri. Artık baba değildi; bir eş, bir güvenlik görevlisi, bir veli, yolcu, yaya. Artık bir takımın fanatiği değildi, bir terzinin daimî paça müşterisi değildi. Artık bir hayatın yaşayanı değildi. 

 

Onunla ilk ve son kez göz göze gelişimdi. Açık ama bakmayan gözlerini hayata soğuk bir gerçeklikle yummuştu. Bir hikâyesi vardı elbet, en az iki milyon X gibi, belki bir ismi. Tüm hiçliğini ve bilinmezliğini siyah bir fermuarla kapatmadan önce kimseleri ve gerçekliği vardı.