Açan her yeni güne baksam hatırlarım günebakanları. Boynu eğrilmiş bir ayçiçeği ne kadar bakabilir ki ismini aldığı güne? Yanından geçip gittiğimiz hatta kimi zaman evler, iş hanları için heba ettiğimiz ağaçlar belki de caniliğimizden ve cahilliğimizden bir kaçış olarak gördüğü için boy alıyordur topraktan gökyüzüne, kim bilir? Gökyüzü her pencereden sergileniyorsa insanoğlunun göz bebeğine neden yalnızca hak edenlerin penceresinde binbir farklı tona ve renge bürünüyor? Gece olunca insanoğlu neden her zaman olduğundan daha fazla içine dönüyor? Geceye rengini kötü insanların huyu mu veriyor yoksa kötü insanların daha rahat gizlenebilmesi için gece mi kendisini daha fazla siyaha boyuyor? Mesela kim şu an halihazırda olduğu konuma kendisini ait hissediyor? Kimin cesareti onu hayalini kurduğu yaşama yaklaştırırken kimin korkaklığı içine daha fazladan söylenmemiş sözler ve birkaç fazladan hesaplaşılmamış ukdeler bırakarak onu hayalinden uzaklaştırıyor? Ben kendimi bildim bileli başka insanların hislerini gözlerim yorgun suretlerinden, yanından geçip gittiğimiz insanların acelesi nereye veya geç kalmışlıkları neye, hiç düşündünüz mü? Kalıp yargılarınıza ters hareketler sergileyen bilirkişiyi bu davranışa iten ne? Saygı duyduğunuzu söylerken bile söylediğiniz ama bağlaçlarının saygısızlığı kime? Ben çok insan okurum, açar kelimelere ellerimle dokunurum. Heybemde kin ve nefretten ziyade bir tutam yaşam aşkı bulundururum. Nerede bir umutsuz, yüzü yerde insan görsem oturur etine bendeki umudun yarısını dokurum. Elim pek iş bilmez, parmaklarım haddinden fazla uzun ve vaktinden fazla tuttum bir kalemi. Lambaların kapanıp herkesin başının yastığı öptüğü vakitlerde kalemimin mürekkebi gamsız bir kağıdı öptü. Ruhum, köhne zihnimin içini bir kağıda aşıladı. Aşı mikrobun kana enjekte edilmesinden başka nedir sorusuna cevap vermeye hiçbir zaman gerekli cesaretim olmadı. Ruhumun harabe yapılarını tuttum bir tablo gibi kalbime astım ve aştım yokuşlarımı. Yazmasam bir şeyler benimle kalacaktı. Sırtım belki şimdiye oranla daha dik olacaktı. Eğdim boynumu ve aldım elime kalemi. Yoktu belki telli bir sazım, bu yüzden açtım kağıdı ve kalemi döktüm savımı. Sagum içimde cenaze namazını dahi kılamadan gömdüğüm insanlığaydı. Yaşam bana yaşımı sundu. Yaşım kimi zaman bir peçetenin omzuna yük oldu. Başım kırışmışlığın gölgesinde oturup tuzlu ayranını yudumlarken damla damla ter süzülen, alnıma düşen zamanla bir tutam beyaz saç oldu. Ben çok dolaştım, yolun sonunda da bir çöle vardım. Alamadan gardımı hazırlıksız yakalandım ve çöktüm sıska dizlerimin üzerine, su diye ağladım. Ben Muhammed değilim, mübarek elimden akmaz pınar gibi su.
Ben Yusuf değilim, itildiğim kuyuda çekilmez litrelerce su.