On yedi yılın hikâyesini sakladı kırık camlı bir pencere. Harabeye dönmüş, düşleri yerle bir edilmiş bir evin ve altı yaşındaki bir çocuğun hikâyesiydi bu...


Bu harabeden on yedi yıl önce çıkarmışlardı küçük bir çocuğu. O çocuk bendim ve beni hikâyemden kovmuşlardı. Bu yüzden geçmişime dargın durdum hep. Ağlamıştım annemin çaresiz kollarında. Babam durmadan sigara yakmıştı. Büyüklere biriktirdiği öfkesini yüzüme bir sigaranın dumanıyla savurup duruyordu babam. Küçük olduğum için hiçbir şey anlamadığımı düşünüyorlardı. Ama anlıyordum ben. Yıkıyorlardı işte. Kalbimizi de bu evle birlikte yıkıyorlardı. Beni bu hikâyeden kovanlara soracağım bir hesabım vardı. Hep bunun için çalıştım.

Evleri yıkılan çocukların öfkesiyle büyüdüm. Okudum, başarılı bir insan oldum. Ama mutlu değildim. Her gün geride kalarak devam ettim hayata. Ağır aksak, bir kaplumbağa gibi yolda ezilme korkusuyla yol alıp durdum. Korkumdan yoruldum. Geçmişimle kapatamadığım bu hesap beni yarım bırakıyordu. Bir gün eski fotoğrafları karıştırırken önüme bir fotoğraf çıktı. Küçükken beni bu fotoğrafa bırakan bir hikâye vardı. Onu gördüm. Heyecanlandım. Fotoğrafta kırık bir cam ve camdan yalancı pastoral bir görüntüde doğa. Ama hiç insan yoktu fotoğrafta. Bu benim on yedi yıl önce yıkılan hikâyemin fotoğrafıydı. Hüzünlendim. Onu elime aldım. Sımsıkı sardım avuçlarımda. Baktım. On yedi yılın öfkesiyle baktım fotoğrafa, annemin çaresizliğiyle baktım, babamın sigarasından bağıran dumanla baktım. Anılar acıtıyor dedim kendime. Ama o anıları acıtanlar daha fazla acıtıyordu...


Artık büyümüştüm ben. Daha güzel bir evimiz oldu. Bir pencere yine doğaya bakıyordu. Ama ne bu güzel ev ne de bu pencere küçüklüğümün harabeye dönmüş evine benzemedi. Bir eksiklik vardı. Eksik olanların yerini doldurmaya çalışan yeni eşyalar gibi yapay duruyordu hayatım. On yedi yıl boyunca sanki bu hikâyeyi beklemişim gibi. "İnsan, ömrü boyunca tek bir hikâyeyi bekliyor." dedim. Tek bir hikâyeyle kendini anlatmayı. Ben de bunun için bekledim. Bütün cesaretimi topladım. Harabe dolu bu fotoğrafın peşine düştüm on yedi yıl sonra.


On yedi yılın özlem dolu yolculuğunda hikâyemin başladığı bir köy, kendimi yabancı hissettiğim yollar, bana uzak duran dağlar ve hayatın ezilmişliğiyle pençeleşen köylülerle karşılaştım… Yaşlı bir insan aradım. Beni on yedi yıl öncesine götürecek yaşlı bir insanın yüzünü ve tanıklığını... Çünkü yaşlanan her şey geçmişe aitti ve geçmişi en iyi onlar anlatabilirdi. Harabeye dönüşmüş evlerin içinde yürüdüm. Elimde fotoğraf ona bakıyorum. Arayışımı bu fotoğraftaki hikâyeye denk getirmeye çalışıyordum. Evlere bakıyordum. Harabelerin içinde oyun oynayan çocuklar, beni tuhaflıkla izleyen köylüler… Bu tuhaflıkla yürüyüp durdum. Yürüdükçe kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Bu heyecan mutluluktan değil, geçmişte yaşanan bir acıya duyulan heyecandı. Adımlarım beni sürükledikçe korkuya dönüşüyordu her şey. Karşıma birdenbire bir kadın çıktı. Yaşlı değildi ama sanki bana ait bir yaşanmışlığı biliyordu. Yüzü bana tanıdıktı. Sadece çıkartamıyordum bu yüzü. Hiç konuşmadan karşıma dikildi. Bir süre ikimiz de öylece durduk. Ancak konuşmalıydık artık. Bir cümle kurup bu karşılaşmaya bir neden bulmalıydık. Ama hiç konuşmadık. Kadın, ellerimde sımsıkı tuttuğum fotoğrafa baktı. Sanki ona ait olan bir şeyi alıkoymuşum gibi baktı fotoğrafa. Fotoğrafı avuçlarına bırakmam için ellerini açtı. Kendimi geri çektim. On yedi yıla ait elimdeki tek anım buydu benim. Ona neden verecektim ki. Onu kaybetmeyi göze alamazdım. Fotoğrafı daha çok sıkıca tutmaya başladım. Buruşturacak kadar sert davrandım fotoğrafa. Bu hareketimden sonra kadın ellerini geri çekti. Başını eğip uzaklaştı benden. Ne olduğunu hala anlamadım. Kadın benden uzaklaştıkça korkuyla yutkundum. Ama sanki beni bir yere çağırıyordu. Bana anlatacağı bir şey vardı. Toparlandım. Kadın arkasına bakmadan yokuş aşağı bir sokaktan inmeye başladı. Onu takip etmeye başladım. Bütün harabeleri geçtim. Güneş batmaya yakındı artık. Karanlık çökmeden kadındaki bu gizi ortaya çıkarmalıydım. Küçük bir evin önüne geldik. Aslında diğer evler gibi bir harabeydi. Ama sanki başka bir şey vardı bu harabede. Kadın harabeden içeri girdi. Önce içeri girmeye yeltenmedim. Ama sonra içimdeki sorulara ve şüpheye yer bırakmamak için içeri girdim. Kadın çatısız, kapısız bu harabeye neden gelmişti? Bir kırık pencere belirdi. İçeride güneşin son ışıkları bu kırık pencereye vuruyordu. Kadın pencerenin önünde durdu. Ona yaklaştım. Yaklaştıkça pencereden dışarıya başka bir görüntüyle karşılaştım. Bu görüntü on yedi yıl önceye ait olan ağaçların, güneşin görüntüsüydü. Bu görüntü peşine düştüğüm harabe bir geçmişin, kırık penceredeki hikâyenin görüntüsüydü. Elimdeki fotoğrafa baktım. Halsiz bir şeye dönüştüm. Hasta bir insan gibi hissettim kendimi. Kadının yanında durdum. Fotoğrafı yukarı kaldırarak ona gösterdim. Kadın ağlıyordu. Ama bu benim acımdı. Neden kadın ağlıyordu ki buna? Ona fotoğrafı verdim. Kadın, fotoğrafı alıp kalbine götürdü.

Ona baktım. Bu ağlayan yüz bana birini hatırlattı. Tıpkı bu kırık pencere gibi. Ona baktım ve hatırladım. Bu karşımda duran kişinin kim olduğunu hatırladım. O kadın bir zamanlar benim çocukluğumdu. Büyümüş, saçları uzamış ve geleceğe karışmış yarım hikâyemdi. Geçmişin sessizliğiyle hayata bırakılan kalbimdi. Anladım. Bu kadın bendim. Ve ona fotoğrafı uzatan yani hikâyenin peşine düşen kişi ise içimdeki çocuktu. Harabenin içinde tek kişiydik aslında. Biri geçmişim, biri geleceğim. Unuttuğum her şeyi hatırladım. Kendimi, altı yaşındaki o çocuğu, kadını… Hikâyemi bulmuştum. On yedi yıl önce hikâyesinden kovulan bu çocuğu kırık pencerenin önünde hayata bulaşmış bir kadının yüzüyle izliyordum artık…

Her şeyin anlamı kendini tamamladıktan sonra güneş battı. Karanlık yavaş yavaş pencereden içeri girdi… Ve kadını çocukluğuna çağıran hikâye bu kırık pencerenin önünde sonsuza kadar bekleyecekti artık onu…


2016, Eylül