Üzerimize almayı reddettiğimiz bazı kimlikler, bazı niteleyişler vardır.

Kırılganlık; son zamanlarda üzerinde çokça düşündüğüm ve üzerime alırken göğsümü kolay kolay geremediğim bir niteleyiş.

Sonuçta onca yılı devirdik, onca yolu yürüdük, onca şey okuduk, yazdık, çizdik... Bunca şey kurbağayı ürkütmemek için miydi?

Oysa düşünüyorum şimdi; insan nedir ki zaten? Bunca tantanaya, bunca gümbürtüye, bunca kendini anlatışlara, anlaşılmayışlara, dert yanmalara rağmen insan bir ufak yürek sızısı ve bir kırılgan gönülden ibaret değil midir? Ya da şöyle sorayım; insan bir kırılgan gönüle sahip olmalı değil midir?

Ayağı aksayan kediye üzülemiyorsak ne anladık okuduğumuz okullardan?

Huzurevinin verdiği bir günlük izninde çay bahçesine giden ve yine yalnız ve yine sessiz oturan Ahmet amcalara, Fatma teyzelere üzülemiyorsak ne anladık yazdıklarımızdan?

Bizim yediklerimiz, yiyip şiştiklerimiz, çokça tükettiklerimizden arta kalan ambalajlar ile hayat kuranlara üzülemiyorsak anlamı var mı parıldayan güneşin?

Penceresinin önünde günlerce bekleyen Ali’ye, bir selamı çok gören kızlara sinirlenip Ali’yle beraber yanmıyorsa yüreğimiz anlamı var mı aşklarımızın?


Bizim yüreğimiz zaten kırılmıyorsa şu yaşadığımız dünyada, anlamı var mı bu yüreği taşımanın?