Uçağa çıktım. En arka koltukta oturacaktım. Merdivenin bitiminde bekliyordum. Önümdeki engelli adam, hostes eşliğinde numarasına taşınıyordu. Memurun kibar gülümsemesi eğitim aldığını belli ediyor, dinginleştiren bir enerji yayıyordu. Onlar gözden kaybolduğunda silkelendim, arkamdan öksürme sesi geldi. Ufak bir özür mırıldanarak uçağa giriş yaptım, kısa bir koridor sonrası otomatik kapı açıldı ve hemen sağımda kalan koltuğa yerleştim. Kimin beklettiğini görmek zaruriymişçesine, bana bakmadan koltuğuna gitmeyen yolculara mahcup bir gülümseme yolladım. Az sonra kabaca tavırları olan bir hostes geldi, anlaşılan torpille binmişti. Önünü iliklemediği ceketi, özensizce eteğine sokuşturduğu gömlek, ağzındaki sakız ve dik bakışları tanımadan küçümsememe sebep olmuştu. Yolculara ne istediklerini soruyordu. Sıra bana geldiğinde şampanya getirmesini söyledim. Tek kaşını kaldırıp yamuk bir gülümsemeyle baktı, hafifçe başını salladı, sakızını çiğnemeye devam ederek gitti.  

Motorun sesini duymuştum, uçak ilerlemeye başladı. Pencere kenarında oturuyordum, yanımdaki koltuklar boştu. Yolu izliyordum, pist kapısındaki güvenlik bir adamın koluna yapışmıştı, piste geçişine engel olmaya çalışıyordu. Uçağı işaret etti, adamın yüzü sinirden mi, heyecandan mı olduğu belirsiz, kızarmıştı. Tekerler dönmeye devam ediyordu, kafamı cama yapıştırmış, arkamızda kalan adamı izlemeye devam ediyordum. Pes etmeyecek gibi görünüyordu. Uçağın içinde bir karışıklık çıktı, dikkatim dağıldı. Yaşlı amcayı bırakan hostesin bana doğru koştuğunu gördüm. Yüzü kasılmıştı. Yanıma geldiğinde büyümüş gözlerime bakarak hafifçe gülümsemeyi ihmal etmedi, bu onun sorun yok deme şekliydi. Kapı açıldığında gürültünün içine daldı. Ne olduğunu anlayan yoktu, yolcular tedirgin bir şekilde arkalarına dönüp duruyor, kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Uçak havalanmıştı, dizlerimi izliyordum. Küçük bir sarsıntı geçirdik, bir çocuğun ve yaşlı bir kadının korkuyla bağırdığını işittim. Yükselişimiz tamamlandı, belirli bir istikamette seyretmeye başladık. Yaklaşık yarım saat geçmişti. Karmaşayı unutmuş, yolculuğumuza odaklanmıştık. Şimdiden horlamaya başlayan yolcular vardı, iki çaprazımdaki kadın kafasını tavana doğrultmuş, ağzını da epeyce açmıştı. Yan tarafındaki gençler fırsatı kaçırmamış, kadın ile manzara selfiesi yapmıştı. Hemen önümde ise bir aile oturuyordu; anne, baba ve çocuk. Beş yaşlarındaki ufaklık garip sorular soruyor, babası tatmin eden bir cevap verene kadar tekrar ediyordu. Annesi bıkmış olmalıydı, çocuğun tek düze sesine başını çevirme zahmetinde bile bulunmamıştı. Elindeki gazeteyi inceliyordu, okumadığına emindim, çünkü hızla tüketiliyordu başlıklar. Sanki sayfa sesiyle çocuk sesini bastırmaya çalışıyordu. 

Hostesler kapıda belirdi, önde kaba olan vardı. Koridorun sonuna yürüdü, kibar olan yerinde kaldı. Hoparlörden tanıdık hissettiren bir ses, ilk gün heyecanıyla uçak hakkında bilgiler vermeye başladı. Aynı anda hostesler de, bilgiyi koordine hareketler ile pekiştirmeye çalışıyordu. Bakışlarımı kaba olandan çekmeye çalışsam da bunu beceremiyordum. Çünkü savruk hareketleri önleyemediğim bir istek doğurmuştu. Daha fazla bakmak, detaylıca onu izlemek istiyordum. Sakızını çıkarmamıştı. Bir yandan geviş getiriyor, bir yandan yolculara boş boş bakıyordu. Hareketleri canlıydı fakat resmiyetten uzak ve komik görünüyordu. Kibar olandan görebildiğim kadarıyla torpilli olan bu hanım, temel hareketleri bile öğrenme zahmetine girmemişti. Karşısındakinin yaptığına kendi yorumunu katıyor, alay ediyormuş gibi ağır ağır sergiliyordu. Öndeki çocuk sordu, ‘’Bu ne işe yarayacak?’’. Başımı zorla yanımdaki hostese çevirdim. Her zamanki gülümsemesi yüzünde zarif kollarını hareket ettiriyor, işini bilen rahat tavrı, uçak düşse bile kurtulacağımıza inanmamızı sağlıyordu. Yolculara göz attım, kaba hostese kitlenmişlerdi. Hem şaşkın hem de anlamak ister gibi bir halleri vardı. Anons bitti, hostesler geldikleri kapıdan çıktılar. Birkaç dakika geçmişti ki kibar hostes servis arabasıyla döndü. Önce benden başlayarak şampanyamı uzattı. Başka bir isteğiniz var mı, diye sordu. Teşekkür ettim, sonra ileteceğimi söyledim. Gülümsedi ve diğer yolculara yöneldi. Arabadaki ürünlerin geneli kola ve meyve suyuydu, görebildiğim kadarıyla benim dışımda alkol kullanan yoktu. Hostes dağıtımına devam ederken kapı yeniden açıldı, kaba hostes peşinde bir adamla belirdi. Adamın tanıdık siması dikkatimi çekmişti. Ben nerede görmüş olabileceğimi düşünürken, hostes hemen yanımdaki koltuğu işaret etti. Adamla göz göze geldik, rehberi kadar kabaydı, selam vermeksizin huysuz bir ifadeyle yerine oturdu. Hostes geri dönmek üzereyken, elimdeki kadehi işaret ederek aynısından istediğini söyledi. Adam keldi. Yuvarlak çene hatları ona yumuşak bir ifade kazandırmış olsa da, o tüm suratsızlığıyla bunu yok saymıştı. Servisini tamamlayan hostes yanımızdan geçiyordu ki adamın radarına takıldı ve homurdanarak içkisinin ne zaman geleceğini sordu. Önümüzdeki çocuk sordu, ‘’İçki mi, benim içkim nerede?’’. Zavallı kızın hiçbir şeyden haberi yoktu. Şaşkınlığını atıp, hemen getireceğini söyledi ve kayboldu. Adam söylenmeye devam ediyordu, konuştukça yüzü kızardı. Kim olduğunu hatırlayarak aniden adama döndüm. Bu, piste koşmaya çalışan geç kalmış olan yolcuydu. Benim bön bakışlarım rahatsız etmiş olacak ki söylenmesini kesti, bana döndü. Bir sorun mu var diye sordu, hayır derken gereksiz yere heyecanlanmış kekeliyordum. Hemen önüme döndüm ve kimsenin işine burnumu sokmamam gerektiğini kendime hatırlattım.  

Yolun yarısını tamamlamıştık. Akşam çökmüştü, uçaktayken gün batımını izlemekten oldukça keyif almıştım. Sabahki gerginliğim yerini umarsızlığa bırakmıştı. Yol arkadaşım uyuyordu, hostesler epeydir etrafta görünmemişti. Ön koltuğumdaki ufaklık yorulmuştu ve soru sormaktan vazgeçmişti. Sıkıştığımı fark ettim, içtiklerimden sonra çişim gelmişti. Siparişim niye hemen gelmiyor diye celallenen adamın, kokusunu alıp yüz buruşturduğu şampanyayı da ben içmiştim. Bunu teklif etmeseydim, yine hır gür çıkarma telaşına düşecekti. Epeyce dil dökmüş, şampanyanın tadının her yerde aynı olduğuna zor ikna etmiştim. Yine de ağzının içinde homurdanmasına engel olamamıştım. Belki biraz keyfi yerine gelir umuduyla kola ısmarladığım beyefendi, siyah şeylerden nefret ettiğini söylemiş, kulaklığını takarak iletişimi koparmıştı. Doğrusu bu tavrı beni rahatlatmıştı, ona katlanma zahmetinden yine onun sayesinde kurtulmuştum.  

Dolu idrar torbama, midemin rahatsızlığı da eklenmişti. Karışan gazlar ağzıma geliyordu. Kusma isteğini engelleme umuduyla yerimde kaykılmış, karnıma masaj yapıyordum. Uçak sessizdi, uyku ve uyanıklık arasındaydı, bir sarsıntı geçirdi. Yolcuların rüyaları dalgalandı, mırıldanarak yerlerinde döndüler. Pencereye baktım, kanadının yandığını fark ettim. Turuncu alev topu güçlü bir ışık yayıyor, aşağıya minik ateş böcekleri dağıtıyordu. Gecenin karanlığında dumanın karalığını seçebildim, hostese haber vermek için yerimden kalktım. Yolcular derin uykuya dalmıştı. Uçak büyük bir sarsıntı geçirdi ve bir kez daha kuvvetle sallandı. Tutunmakta zorlandım ve yerime oturdum. Tavandaki ışıklar, elektrikler tamamen gidene kadar yanıp söndü. Şimdi yalnızca gök ve alev içeriye ışık sağlıyordu. Kimse koşmuyor, bağırmıyor veya ağlamıyordu. Pilot ve hostesler çok öncesinde uçağı terk etmiş gibiydi. Ölüme uykuda gidiyorduk. Enerjim tükenmişti, uğraşmaktan vazgeçerek başımı cama dayadım, yıldızları izlemeye başladım. Şehirler parlıyordu, alev daha çok parlıyordu. Önümdeki çocuğun sesini işittiğimi sandım. Pencereyle koltuk arasından görmeye çalıştım. Benim gibi kafasını cama yasladı ve topu izlemeye başladı. Sarı, dalgalı saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Soru sormasını beklerken ağırlaşan göz kapaklarıma daha fazla direnemedim, geriye yaslandım. En azından öldüğümü anlamayacağım diye düşünüyordum. Bu rahatlatmalı mıydı, emin olamıyordum. Başımın yol arkadaşımın omzuna düşmesine izin verdim.