Ortaya ‘Hava bugün çok sıcak değil mi?’ diye bir soru attım. Benden üç yaş büyük fakat  herkesin, benim, abisi olduğumu sandıkları kız kardeşim  ‘Hayır, sana öyle geliyor.’ dedi. Aslında haklı olabilirdi. Klimanın köklendiği bir yerde bunu sormam onlar için biraz absürt kaçmıştı ama o an bu soruyu, alnımdan akan teri, siyah ve yeni yıkanmış, bundan dolayı da biraz çekmiş bisiklet yaka tişörtümle sildiğim için sormuştum.


Oturacak yerimin olmadığı, dört veya beş valizin ancak sığabildiği -o da dik koyulursa- daracık bir alanda ve en kötüsü de asfalt sıcaklığıyla kauçuk kokusunun içime işlediği bir yerdeyim. 

Bagajdayım...


Orta şeritte, trafik lambasının yeşile dönmesini bekliyoruz. Fakat, daha yeni sarıdan kırmızıya dönmüş olacak ki, insanlar, karşıdan karşıya geçmeye başlamadılar bile. Tabii ki, arabalar durduğu için kendilerine karşıdan karşıya geçme hakkı doğduğunu sananlar hariç. 


Bizim gibi onlarca araç, iki şeritli ama şerit çizgisi bile gözükmeyen ve sayamadığım kadar çukuru bulunan, tahminimce, yapıldığı günden beri düzenlenmemiş asfalt bir yolda, iki sıra halinde bekliyor. Bence bilmeyen de yoktur, Türkiye’nin klasik karayolları kafasını...


Göstergede, yeşil lambanın yanması için son sekiz saniye kalmış gözüküyor ve şimdi yedi ve altı ve beş, dört, üç...


Sırtlarında çantalarla okuldan çıkmışa benzeyen gençler, son bir atakla karşıdan karşıya geçmeyi başarıyor.

Ve iki...

Yetmiş yaşlarında bir amca -sanıyorum ruhunun gençliğinden olacak- gençlere uyup büyük bir arzuyla, asfalta ilk adımlarını atıyor. Arabaların viteslerini bire attığını hissediyor olsa gerek ki hızla hareketlenmeye başladığı anda, bastonuna taktığı morumsu manav poşetinin bir tutma yeri bastonundan ayrılıyor ve ilk şeritine, başarıyla, son adımını atmış oluyor. Şimdi ise sırada orta şerit var.


Sarıya dönen lambayı gören sol şerittekiler, aynı kendilerine yeşil yanmadan karşıya geçen az önceki bazı yayalar gibi gaza yükleniyorlardı.


Yoğun bir trafik günüydü. Önümüzde, üstü açık kırmızı bir ferrari olmak üzere, yedi otomobil ve dört tır vardı. Bir de dökülen patlıcanları çabucak toplamaya çalışıp, sonrasında karşıya sağ salim varmayı düşünen bir, yaşlı amca.


Aynı sırada olduğumuz bir otomobil, ani bir manevrayla sol şerite direksiyonunu kırıp, hızlıca atak yaptı. Hangisi olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerek, değil mi sevgili okur?

Hani üstü açık olan, kırmızı ferrari işte...


Yeşile dönen trafik lambasının, ilk yirmi saniyesi, resmen patlıcanlar yüzünden, bir düğün konvoyunu aratmayan korna sesleriyle geçip gitmişti bile. Nihayet yaşlı amca, patlıcanlarını toplayabildiği kadar toplayıp karşıya geçmeyi başarmıştı, ama biz hala kalkamamıştık çünkü önümüzdeki dört tırın kalkması, az kalan vaktimizi de yiyordu. Bizim araba da dahil, sıramızda bulunan orta kalite arabalar, sol şerite kırmayı göze alamamıştı. Çünkü büyük bir risk barındırıyordu, akan sol şerit trafiğinin içine birden girip, hiç düzeni bozmamak.

Ve devasa tır gürültüleriyle birlikte kalkışa geçmiştik, ama trafik lambası tekrar kırmızıya dönmeden geçebilecek miydik? Önümüz, hayli doluydu. Trafik lambasının hizasına geldiğimizde, sarıdan kırmızıya dönmesine yaklaşık bir saniye kala, sol şerittekiler, basıp geçmişti bile. Biz ise, çoktan durmuştuk. 


Trafikte giden bir araç, bana göre davranışlarımızın kopyasıdır. Gelişen olaylara göre verdiğimiz tepkilerin, birebir insan karakterlerini yansıttığını düşünürüm. Ama benzemeyen bir yönü vardır, o da bizim hayatımızda sadece iki ışığın olmasıdır. Hangisi yoktur sence? Kırmızı mı, sarı mı, yeşil mi? Bu yazıda cevap, yeşil olacak, sevgili okur.


İnsanın ayağına birçok fırsat gelir. Ama adı üstünde, fırsat işte. Sorgulama vaktinin olmadığı, sadece o an ne hissediyorsan hemen gerçekleştirmeye çalıştığın, sonucunun ne olduğunu bilemediğin bir durum.

Sen karşına çıkan fırsatların tümünü değerlendiriyor musun? Kötü olabilitesini yüksek hissedebildiğin, ama işine az da olsa yarayabileceğini düşündüğün, o fırsatları mesela? Hatta bu fırsat değil, bundan olsa olsa fırsatçık olur.


Debriyaja sonuna kadar basıp, vitesi bire takıp, gaza hafiften yüklenmeye başlarken, debriyajdan yavaşça ayağı kaldırıp, hareket haline geçiyoruz. Fakat anlaşılan, bugün çokta yol alamayacağız gibi duruyor. Bir kilometre bile gidemeden, yolumuzun tek şerite düştüğünü farkediyorum. Sol şerittekiler sağ sinyallerini yakıp orta şerite atılmaya çalışıyorlar. Arabalar, yavaş yavaş tek şeritli yolda ilerlerken, havada bir beyaz poşet süzülüp, sanırsam, en son yağmur yağdığında yıkanan ve bu yüzden rengi hakkında net bir bilgi veremeyeceğim, üstü tamamen kuş boku olan bir tofaşın ön camına, ağaçtan düşen son yaprak asaletiyle konuyor. Bir kazanın gerçekleştiğini çok geçmeden anlıyoruz.


Yerlerde incirler var ve hepsi, tüm şehri ıslatabilecek kadar dolu bir su balonu gibi patlamışlar. Asfaltta, yüzüstü yatan bir yaya ve arabanın içinde iki genç beden ceseti görülüyor. Arabayı bir yerden gözüm ısırıyor...

Evet, ben hemen hatırladım. Sen de hatırlayabildin mi sevgili okur?

Hani üstü açık olan,  kırmızı ferrari işte...

Yayayı da aslında tahmin edebiliyoruz değil mi? O yeşil ışık yanmadan, fırsatçığı değerlendirmek isteyen yayalardan biri olduğu aşikar. Bu sefer incirleri toplayamamış olsa da, ruhu bir ağaçta çoktan incir yemeye başlamıştır belki de...


Fırsatlarla dolu bir yaşamda, kaçan birkaç fırsat -veya fırsatçık- sana asla kaybettiğini hissettirmesin. O anlarda bile kazanan belki de sen olmuşsundur ve sadece bundan haberin yoktur.

Umarım, bu gibi fırsatlarda hiçbir zaman ruhunu kaybeden sen olmazsın.

Bazen sadece beklemeyi bilmek gerekir.


Ve yeniden kırmızı...