—Neden mi böyle davranıyorum?

—Evet, çok merak ediyorum.

—Gerçekten merak mı ediyorsun, yoksa birazdan çıkıp gideceğin için bahane mi arıyorsun?

—Belki de anlatacakların bu soruyu sormana aslında gerek olmadığını gösterecek bize.

—Orasını bilemeyiz. Çünkü bu konuşma çoktan başladı ve biz hala bu anın içindeyiz. Yapabileceğimiz tek şey geleceği merak etmek olacak. Hazırsan başlıyorum, sözümü kesmeden dinle.

—Sendeyim.

—Sıcak bir mayıs günüydü, göl kenarında ekip arabamızın içinde oturuyorduk. Sakin bir mesai oluyordu. Bu yüzden eski cinayetlerden falan bahsediyorduk birbirimize. Cinayet WhatsApp grubundan mukayyit arkadaş bir ihbar tutanağı attı. “45-40 ekip konuyla ilgilenmeden önce beni arasın.’’ diye de belirtmişti altına. Olay sırası bizdeydi, telefonumu çıkardım ve mukayyidi aradım. Bana dedi ki: “Gönderdiği ihbarı haber merkezi daha önce İlçe Emniyet Müdürlüğüne düşürmüş, resmi ekipler adrese gitmişler ve kapıyı açan kimse olmayınca bir tutanak tutup kendi açılarından konuyu değerlendirdiklerini ve herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadıklarını belirtmişler.’’ Ben de tamam, biz de konuyla ilgileneceğiz ve geri dönüş yapacağız dedim arkadaşa. İhbar tutanağı aslında bir e-posta çıktısının fotoğrafıydı. Özetleyecek olursam Ulus Baker İlköğretim Okulunda, 7. sınıf öğrencisi olan bir çocuktan gelmişti ihbar. Sınıf arkadaşı Murat Efe Yılgın’ın, salı gününden beri okula gelmediğini, adresini bilmediğini, onu telefonla aradığını, perşembe gününe kadar telefonun çaldığını ancak açan kimsenin olmadığını, bugün de yani cuma günü aradığında artık ulaşılamadığını, Murat Efe’nin kesinlikle böyle bir şey yapmayacağını çünkü iki senedir her akşam birlikte LOL oynadıklarını, kendisine haber vermeden asla oyuna girmezlik etmeyeceğini, durumu sınıf öğretmenine ve kendi ailesine de söylediğini, kimsenin umursamayarak kendisini geçiştirdiklerini, arkadaşını çok özlediğini ve başına bir şey gelmesinden endişe ettiğini e-posta ile emniyete göndermişti. Kendi telefon numarasını da yazmayı unutmamıştı. Hemen aradım çocuğu. İhbarda ne yazdıysa aynısını anlattı. Onunla konuşurken araya sürekli annesi olduğunu tahmin ettiğim kızgın bir kadın sesi giriyordu. Fakat çocuk inatla telefonu ona vermedi ve karışmaması gerektiğini, ne yaptığını bildiğini söyleyip durdu. Mukayyit arkadaştan Murat Efe Yılgın’ın adresini göndermesini istedim. Adres geldiğinde adresin yaşamak için şehrin pahalı sayılabilecek bir muhitinde olduğunu gördüm. Ekip arkadaşlarımla birlikte adresi navigasyona yazarak bulduk ve arabayı sokağa bırakarak apartmana girdik. Apartman kapısı şifreliydi. Giriş katta bulunan dairenin zilini çaldık ve diafondan iletişim kurarak kapıyı açtırdık. Asansörle altıncı kata çıktık, yalnızca bir kapı olduğunu görünce binada her katın tek bir daireye ait olduğunu anladık. Kendi aramızda, şöyle bir evi satın alabilmek için kaç yıl çalışmalıyız acaba diye muhabbet ederken bir yandan da ekip arkadaşım zili çalıyordu. Bizden önce gelen resmi ekiplerle aynı şeyleri yaşıyorduk muhtemelen. Apartmanın bahçesine indik ve kamelyada oturan birini gördük. Altıncı katta oturan Yılgın soy isimli aileyi sorduk. Onları tanıdığını ve birkaç gündür aileden kimseyi görmediğini söyledi. Otoparkta bulunan beyaz renkli, 34 plakalı Mercedes’in de onlara ait olduğunu söyledi. Mukayyit arkadaşa WhatsApp’tan aracın plakasını gönderdim ve sahibinin telefon numarasını istedim. Ruhsatının bir şirket adına kayıtlı olduğunu söyledi ve bir numara gönderdi. Aradım ancak kimse açmadı telefonu. Tekrar kamelyada oturan adamın yanına gittim. Yılgın ailesinden herhangi birinin telefon numarasını öğrenebileceğim birini ya da apartman yöneticisinin telefonunu istedim. Apartman yöneticisine yönlendirdi bizi, telefon numarasını vermek istemedi. Dokuzuncu katta bulunan apartman yöneticisinin eşiyle görüştükten sonra kendi telefonu ile bizi kocasıyla konuşturdu. Yaklaşık on beş dakika polis olduğumuza ikna etmeye çalıştım ve baba Tansel Yılgın’ın telefon numarasını alabildim. Zengin insanların polislere karşı tutumlarına alışkındık. Durumu yadırgamadık ancak zaman kaybediyorduk. Hemen aldığım numarayı aradım, çalıyordu fakat açan yoktu. Basit bir ihbar tutanağı neredeyse bir buçuk saatimize mal olmuştu. Basit diyorum çünkü daha önce benzer ihbarlara defalarca gitmiştik. Birbirlerine küsen sevgililer, ailesinden uzak durmaya çalışan üniversiteliler, İnstagram’a bir hikaye atıp herkese elveda imasında bulunan ilgi manyakları… Onlarcasıyla ilgilenmiş ve onlara ulaştıktan sonra yaşıyor olduklarını, herhangi bir sorunun bulunmadığını belirten tutanaklar yazarak haber merkezine göndermiştik. Çoğunlukla yarım saatten fazla sürmezdi. Yılgın ailesi bizi biraz uğraştıracak gibi görünüyordu. Ekip arkadaşlarımla apartmandan başka kat sakinleriyle konuşarak annenin telefonunu öğrenmeye çalıştık. Öğrendik de ancak “Aradığımız kişiye ulaşılamıyordu.’’ Apartmanın bahçesine indik ve sigaralarımızı yakarak mini bir toplantıya başladık. Mukayyit arkadaştan akrabalarının iletişim bilgilerini istemeyi düşündük fakat aklımıza türlü türlü senaryolar geldiği için vazgeçtik. Apartmanın meraklı akrabalarla dolup taşmasını istemedik. Kapıyı çilingirle açtırarak içeri girmeyi düşündük ama bunun için savcı kararı gerekliydi. En az bir buçuk saatimize mal olabilirdi bu. Olumsuz senaryoları bir müddet öteleyerek Mercedes’in adına kayıtlı olduğu şirketin bir başka numarasına eriştik. Aradım ve telefonu açan yumuşak sesli, nazik bir hanımefendi; plakasını verdiğimiz aracın şirkete ait olduğunu, başka ve daha büyük ölçekli bir şirketin araç kiralama şubesi olduklarını ancak müşterilerinin bilgilerini kesinlikle telefonda polis olduğunu söyleyen birine veremeyeceğini o kadar güzel anlattı ki hayran oldum. Ben de en kibar ve düzgün diksiyonlu tavrımı takınarak kadını görüntülü görüşmeye ikna ettim. Telefonun kamerasına polis kimliklerimizi ve telsizimizi gösterdik. Cinayet büroda çalıştığımızı, bunun önemli bir durum olduğunu anlattık. Kibarlığının yanında çok da güzel bir kumral vardı telefonumun ekranında. Kadın bize inandı ve aracın Tansel Yılgın isimli müşteriye bir yıllığına kiralandığını, yaklaşık yirmi gün sonra kira anlaşmanın biteceğini söyledi. Araçta ATS olup olmadığını sordum ve önünde bulunan bilgisayar ekranından kontrol ettiğinde olduğunu söyledi. Ancak pazartesi günü akşam 20.30’dan itibaren aracın çalışmadığını ve konumunun sabit bir şekilde olduğunu belirtti. Geçmiş tarihlere hızlıca göz gezdirmesini ve daha önce hiç sabit bir şekilde bu kadar süre kapalı kalıp kalmadığını kontrol etmesini rica ettim. Yaklaşık beş dakika sonra böyle bir şeyin hiç olmadığını, aracın kiralandığı günden bu yana her gün en az 40 kilometre yol yaptığını söyledi. Tansel Yılgın’ın aracı kiralarken vermiş olduğu irtibat numarasını sordum ancak cevap bizdeki numarayla aynıydı. Güzel ve kumral kadına, nazik bir şekilde, normalde asla konuşmadığım kibar-yavşak rolü yapan diksiyonumla teşekkür ettim. O da bana aynı şekilde teşekkür etti. Dolandırıcı bir orospu çocuğu gibiydim. Telefonu kapattıktan sonra ekip arkadaşlarımla güzel kumral hakkında cinsiyetçi, iğrenç şakalar yaptık. Müşterilerini çok düşündüğü için telefonda bilgi veremeyeceğini akıl edebildiğini ama görüntülü arayarak gösterdiğimiz kimlik ve telsizimizin sahte olabileceği ihtimalini düşünemediği için zekasını da aşağıladık. Bunları yaparken hiç utanmadık. Çünkü bizi kimse duymayacaktı ve buna güzel kumral da dâhildi.

—Yaa! Öyle mi? Çok güzel anlatıyorsun, devam et bakalım, devam et…

—İnsan, davranışları gözlemlenemiyorken hayvandan farksız bir varlıktır. Sosyal ortamı için oluşturduğu personasına döndüğünde dört bin küsur yıldır ördüğü etik duvarlarına göre hareket eder. Birbirimizi uzun süredir tanıyorduk, kimin erken boşaldığını, kimin evinden başka bir tuvalette sıçamadığını ve daha bir sürü şeyi bilecek kadar… Bizim kültürümüz ve sınırımız, gün yüzü göremeyecek kadar iç içe geçmişti. Birbirimize yapışmıştık adeta. Birbirimizden saklayacağımız hiçbir şey yoktu. Kafamızı kaldırıp başka bir kültürle iletişime geçebilmek aklımıza dahi gelmiyordu. O kadar vahimdi yani durumumuz. Gözümüzü iyi açmamız lazım, her an başka bir seviyeye çıkabilmeyi sürekli hayal ediyor olmalıyız. Tamam, bunları biliyorum ama neden yanımdaki davarlara bu durumu anlatarak onların da level atlamalarına izin vermiyorum? Merak ettin değil mi? Daha önce ne kadar denediğimi bilmiyorsun da ondan. Artık bu halleriyle kabul ettim onları. Çünkü ne zaman anlatmayı denesem bu davarların suratıma avel avel baktıklarını izliyorum. Kendimle konuşsam bile bundan daha fazla haz duyarım. Suratlarının o halleri aklıma geldikçe zihnime başka imajları depolamak için görmemeye çalışıyorum. Daha önceden yaşadığım ve görsel olarak hafızama kaydettiğim güzel imajları bularak onlarla yer değiştirmek istiyorum ama bulamıyorum. Çünkü öyle bir zaman dilimi içinde hiç yaşayamadım. Ben de bununla başa çıkabilmek için onlardan biriymiş gibi davranmaya çalışıyorum. Onların tabii ki de böyle bir durumda olduğumdan haberleri yok. Bana gerçekten çok üzülürlerdi. Bu da beni bitirirdi, sonum olurdu. Muhtemelen normal olanın onlar olduğu bir toplumda yaşadığım için bana tersten gömlek giydirirlerdi. Fakat başka bir gezegene gidebileceğim bir araç icat edilmediğinden burada onların, sizlerin arasında yaşamak zorundayım. Hayatımı ve türümü devam ettirebilmem için de besin almam lazım. Besin almak için, para. Para kazanmak için de bu lanet mesleği yapmak zorundayım. Şimdi ben kime ne anlatayım? Neyse, nerede kalmıştık?

—Bunun bizimle alakasını merakla bekliyorum.

—Sözümü kesmemeni istemiştim.

—Sen sordun nerede kalmıştık diye.

—Peki, devam ediyorum o zaman. Tansel Yılgın’ı telefon ile aramaya devam ettik, telefon çalıyordu ama açılmıyordu. Eşini de aradık, ona da hala ulaşılamıyordu. Mini toplantımızı bitirdik ve ekip arabamızın bulunduğu sokağa doğru yürümeye başladım. Ekip arkadaşlarım da hemen arkamdan geliyorlardı. Sokağa çıktığımda, kafamı yukarı kaldırdım ve mayıs güneşinin gözlerimi kamaştırmasına şahit oldum. Bir anlık da olsa çok güzel bir histi, yaşadığıma tanıklık etmiştim ama aklımı kurcalayan şeye hakim olamıyordum. Belli ki Ilgın ailesinin başında bir iş vardı veya her neredelerse çok sorumsuz insanlar olmalıydılar. Kötü ihtimali düşünmemeye çalışıyordum ancak o ana kadar yaşamış olduğum tecrübeler, cinayet müzikali festivalinin başladığını fısıldıyorlardı kulaklarıma. Normalde büro amirimi arayarak durumdan haberdar etsem bürodan yanımıza birkaç ekip daha gönderir, yapılacakları bölüştürür ve işimizi hafifletirdi. Yanımdaki ekip arkadaşlarım da böyle olacağını sandıklarından sevinerek peşimden arabanın yanına kadar gelmişlerdi. Ne kadar az iş, o kadar konfordu onlara göre meslek. Aldıkları ücret yaptıkları işin süresine veya kalitesine göre değişmiyordu. Her zaman sabitti. O yüzden ne kadar az çalışırlarsa, ne kadar az yorulurlarsa, o kadar güzel bitecekti mesai. Denemek istediğim son bir şey daha vardı büro amirine haber vermeden önce. Kararlarımın kesinlikle en doğru yol olduğundan bahsetmiyorum burada. Sayamayacağımız kadar ihtimal yollar elbette vardır. Ama benim aklıma gelen yolda yürüyeceğiz. Çünkü üçümüz de aynı rütbede memurlar olmamıza rağmen sicil olarak ikisinin de amiriyim. Bu ekibin telsizi benim elimde. Ekip arkadaşlarıma dedim ki: Apartmanın tam karşısında, yolun diğer tarafında da çok katlı bir apartman var. Oraya çıkalım ve Ilgın ailesinin yaşadığı daireye bakalım. Hava sıcak, pencereler açıktır, belki bir şeyler görürüz. İstemeye istemeye peşimden geldiler ve apartmanın yedinci katında asansörden indik. Evet, bu sefer apartmana pat diye girmiştik. Çünkü apartmanın kapısı açıktı ve bize hiç kimse siz kimsiniz, nereye gidiyorsunuz demedi. Yedinci katın işimize yarayacak olan tarafta bulunan dairesinin zilini çaldık. Apartmanın damına çıkmayı da deneyebilirdik. Hatta denemekle kalmaz, yönetici, görevli her kimse onu bulup çıkabilirdik de. Fakat hem görmek istediğimiz Ilgın ailesinin dairesinden daha yüksek bir bakış açısı olmasını istemedim hem de izin alarak bir ikamete girebilirsek kuruyan boğazımıza bir bardak çay girer diye düşündüm. Çayı da hiç sevmem aslında. Yanımdaki arkadaşlar içsinler diye istedim. Bana ikram etseler dahi içmem çoğu zaman. Çay içerlerse kısa bir mola vermiş gibi olurlardı işe. Hem işimizi yapmaya devam edebilirdik hem de dinleniyormuş gibi olurdu. Benim için önemli olan sadece dairenin bakış açısıydı. Bir sürü talimatlarla sinir ettiğim ekip arkadaşlarımı da düşünmek zorundaydım. Kapıyı kırklı yaşlarında bir kadın açtı. Cana yakın biriydi ve ikna etmem sadece otuz saniyemi aldı. Bizi hemen içeri davet etti, hatta çay isteyip istemediğimizi sordu. BİNGO. Yalnız, evin balkonuna çıkarak Ilgınların dairesinin balkonunu gördüğümde yaşadığım şoku nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Deneyeceğim… Balkonda şortlu ve üst kısmı çıplak bir adam; sırtını duvara yaslamış, bacaklarını uzatmış yerde oturuyordu. Elindeki bardaktan bir şeyler içiyor gibiydi hareketleri. Ya da gözlerim, gördüğüm şeyin bu olduğunu aktarıyordu beynime. Balkon ve adam rahatlıkla görülebiliyordu ancak zemininde bir sürü şey vardı. Yan yana, duvar hizasında dizilmiş viski şişeleri de anlaşılabilir boyutlardaydılar. Başka nesneler de vardı ama anlayamamıştım ne olduklarını. Yanlış daireye mi bakıyorum acaba diye düşünerek zeminden saymaya başladım ve evet, doğru kata bakıyordum. Ekip arkadaşlarımdan büroya gidip dürbün getirmelerini isteyebilirdim ama aklıma 50X optik zum yapabildiğini iddia eden, Çin işi, dandik cep telefonum geldi. Ve işe yaramıştı, inanılmazdı, gerçekten işe yaramıştı. Balkonun zemininde gözümle seçemediğim ne varsa 50X optik zum yaparak fotoğrafını çekmiştim ve onu da yakınlaştırarak görebiliyordum, artık balkon zeminindeki şeyleri görebiliyordum. Görmez olaydım… Balkonun zemininde bir sürü bok vardı. Evet, bildiğimiz bok! İnsan boku! Daha da kötüsü, siyah renkli bir de tabanca vardı. Hemen büro amirimi aradım, durumu izah ettim. Yaklaşık yarım saat içinde savcısından özel harekat timine, ambulansından itfaiyesine, gazetecisine… Şehirde uykuda olan ne varsa uyanarak Ilgın ailesinin yaşadığı apartmanın önünde toplandılar. Meraklı sivil kalabalığını saymıyorum bile. Özel harekat timleri kapıyı kırarak eve girmeden önce merdivende beklerken şunları düşündüm: Nasıl oluyor da bu kadar yüksek binaların olduğu ve hemen hepsinin birbirlerini görebildikleri açılara sahip olmalarına rağmen balkonunda, fotoğraftan sayabildiğim kadarıyla en az yedi-sekiz tane insan boku olan ve oturup bir şeyler içen adamı görerek rahatsız olup 155’i aramadılar? Buna gerçekten hiçbir anlam veremedim. Hiç mi kimse görmedi? Nasıl bu kadar kimsenin umurunda olmayabilir? Nasıl lan! Nasıl? Özel Harekatçılar, çelik kapıyı dehşet bir gümbürtüyle kırarak içeri girdiler ve direkt vermiş olduğum bilgiler dahilinde balkona gittiler. Biraz önce uzaktan izlediğim adamı yere yatırmışlar ve onu ters kelepçe yapmış başında bekliyorlardı. Özel harekatçılarla birlikte evin içinde yaklaşık on kadar da cinayet polisi vardı. Evin diğer odalarından "Burada bir ceset var." cümlesini iki kere duymuştum. Ne yazık ki üç ceset vardı. Kapı kırıldıktan sonra ilk çalışan duyu organım burnumdu ve içime çektiğim kokunun insan ölüsü olduğunu çok rahat anlayacak kadar zamanımı vermiştim bu işe. Asıl dikkatimi çeken ayrıntı ise kapının, evin iç tarafında kalan köşelerine, birbirlerine bağlanmış bir şekilde havlular yapıştırılmıştı koli bandıyla. Bunun mantıklı bir açıklaması olarak sadece şu geldi aklıma: kokunun dışarı yayılmasını önlemek. Ama bunu ne zaman yapmıştı katil baba? Balkonda duran bokları gördüğüm için adamın içeri girmediğini tahmin edebiliyordum. Günlerdir balkonda bekliyordu. Olayı gerçekleştirdiği tabancası da yanındaydı. Sonra viski şişeleri geldi aklıma. Bu adam eğer olaydan sonra tuvalete gitmek için bile içeri girmediyse o kadar viski şişesi balkonda ne arıyordu? Hayatın olağan akışına aykırıydı bu. Hadi olsun olsun iki şişe olsun. O da mantıksız ama… Adam her şeyi planlamıştı. Bir anda ampul yanmıştı beynimde. Çocukken çok fazla çizgi film izlemek hayal dünyasını geliştirebilir ama her şablonda uygulanabilecek içerikler barındırmıyor olabilir. Adam her şeyi planlamıştı… Adam her şeyi planlamıştı… Korkma! Burada sana adamın, aralarında bir yaş olan iki erkek çocuğunu kendi yataklarında uyurken başlarından vurduğunu ve üzerlerini örterek öylece bıraktığını anlatmayacağım. Karısını da aynı şekilde, yatak odasında kendi karyolasında yatarken sağ gözünün üstünden vurduğunu ve aynı çocukları gibi üzerini örterek bıraktığını anlatmayacağım. Yatakların çarşaflarından parke zemine döküldükten sonra katılaşan ve siyaha çalmaya başlayan kanlardan da bahsetmeyeceğim. Cesetlerde başlayan çürümeden ve evin içine doluşan sineklerden de asla bahsedemem. Cesetleri adli tıbba götürmek üzere gelen görevliye olay yeri inceleme ekipleri yardım ederken yatakla temas eden sırt kısımlarının sabunlaşmaya başladığından kumaşla bütünleştikleri için etleri kopmasın diye çarşafı makasla keserlerken izlediğimi de anlatmam asla. Ceset torbalarına koyulurlarken haberi alarak gelen akrabaların merdiven boşluğunda yankılanan feryatlarının kulağıma ne denli acı sinyaller gönderdiğini de anlatmak istemem. Çünkü sen, çok güzel ve kırılgan bir insansın. Seni bunlarla üzmek istemem. Katil babayı apartmandan çıkarıp emniyete getirene kadar yaşadığımız zorlukları da hızlıca geçiyorum. Büroya geldiğimizde amirlerim saatlerce sorgulamışlardı ama adam kilitlenmişti, tek kelime dahi konuşmuyordu. Amirlerim bir an önce ona olanları itiraf ettirerek adamın ifadesini almak istiyorlardı. Adam, herkesin gözünde o kadar iğrenç bir varlıktı ki adliyeye çıkarıp onu cezaevine göndermeden önce bir kaza çıkmasından çekiniyorlardı. Sinirlerine hakim olamayan bir memur, silahı adamın kafasına dayayıp beynini cinayet büro amirliği sorgu odasının duvarına serpiştirebilirdi. Onlar da haklıydılar. Zaman geçmeden def etmek istiyorlardı pisliği. Ama adam konuşmadıkça sıkıldılar. Dövdüler, olmadı, küfür ettiler, olmadı, konuşabildikleri kadar güzel ve anlayışlı konuştular, yine olmadı. Hepsi kenara çekildiklerinde benim sahnem başlıyordu. Katil babanın balkonunda sadece bok ve viski yoktu. Tam iki karton, yani yirmi adet boş Muratti Azure paketi vardı. Emniyete dönüş yolunda iki paket almıştım. Adamı ilk önce sandalyeye oturttum. Sonra önümüzde duran masaya iki paket Muratti Azure bıraktım. Bir tanesini açtım ve sigarayı yakarak konuşmaya başladım. Sadece şunu sordum: Her şeyi planlamıştın ama kendi kafana sıkamayacağını hayal edememiştin değil mi? Saatlerdir susan adam, başını yerden kaldırdı ve gözlerimin içine bakarak "Bir sigarada ben yakabilir miyim?" dedi. Benden başka kimseyle konuşmak istemediği için ifadesini de ben aldım. Kendi kafasında yaratmış olduğu gerekçeyi öğrendim, neden kendine sıkamadığını anlatmaya çalıştı. Dinledim. Dinledim. Karşımda duran ve planlayarak, tasarlayarak kendi eşini, çocuklarını öldüren bir adamı dinledim. Bu gezegende yaşayan milyar tane insandan çok azının tahammül edebileceği bir adamı dinledim. Yüzüne bile tükürmedim, elimi kaldırıp tek bir tokat dahi atmadım. Nasıl bu hale geldim, ben de bilmiyorum. İşimi bitirip emniyetin bahçesine çıkarak bir sigara yaktığımda telefonum çaldı ve arayan sendin. Görüşmek istiyordun, çok şaşırmıştım ama neden olmasın dedim içimden. Ve emniyetin bahçesinde sigaramı söndürerek buraya geldim, duş aldım, yarım saat dahi geçmemişti ki sen geldin. Şimdi davranışlarımın neden sana anlamsız geldiğini anladın mı?

—Diğer çocukla kadının isimleri neydi?

—Anlattıklarımdan aslında hiçbir şey anlamadın ve yalnızca anlattığım hikayeyi merak ederek bir şeyler paylaşmaya çalışıyorsun. Beni bütün halimle gördüğünde ve konuşmaya başladığımda zaten gitmeye hazırdın, kararını çoktan vermiştin. Ön yargılarınla beni kendine yakıştıramamıştın. Aslında sen gitmiyorsun. Ben seninle zaten aynı yerde değildim. Bunu anladığından da çok emin değilim ama sonuçta denedim, zerrecik düzeyinde de olsa bir ışık görmüştüm. Sadece yanılsamaymış. Yine de her şey için teşekkür ederim, senin suçun değil. Bunu bilmeni isterdim ama maalesef, zamanım yok. Yani sonuç olarak seninle sevişmeyeceğim. Düşük bir ihtimal de olsa türümün senin formunda bir canlıyla devam etmesini istemiyorum. Buraya kadar zahmet ettiğin için sana saygı duyuyorum kumral ve güzel kadın. Asvatalista, yarın Edirne’de olmam lazım. Bu sınırlardan çok sıkıldım. Anlatılacak çok hikaye var…