"Erkeklerin lağımını boşalttığı foseptik çukurlarıyız biz." demişti abla, bir gece kafayı bulduğunda. "Bazen çukur tıkandığında vidanjör çağırıyorlar, sonra yine lağıma devam." diye de eklemişti.


Ben, adaşım bir de abla çatıda tanışmıştık. Üçümüzün de çatıya düşme yolu farklıydı ama üçümüz de severek evlenmiş, ilk defa kocalarımızla birlikte olmuştuk. Üçümüze de telli duvaklı düğün yapılmıştı. Yani anlayacağınız üçümüze de evden uğurlanmadan önce kırmızı kuşak bağlanmıştı. Kuşak bağlanırken de kimsenin aklına kınalı kuzuların çatıda bir araya geleceği gelmiyordu.


Bir bok varmış gibi baba ocağından koca kucağına atlamıştık. Tabii o zamanlar da hiçbirimizin aklına kayınpederi tarafından becerileceği, kocasının sofra arkadaşı tarafından elleneceği, komşuya giderken başına sopayla vurulup inşaata götürülerek dört kişinin üzerinden geçeceği gelmezdi. Tüm yaşananları unutmak için ota bulaşacağı ve sonunda “hayat kadını” olacağı da gelmezdi.


Bu hayat kadını lafını kim uydurmuşsa alnından öpmek lazım vallahi. Neresinden uydurmuş, nasıl uydurmuş bilmem ama güzel laf. Hayat böyle bir şey, bizler de hayatın kadınlarıyız. Hayatın, gözünün yaşına bakmadığı kadınları. Şimdi abla burada olsa "Benden izin almadan felsefe mi yapıyorsun lan kahpe'' der, kalçama bir tane şaplatırdı.


Çatıya sığındığımız ilk gece tanıştık ablayla. Adaşımın ağzını değil bıçak, belediye kepçesi bile açamıyordu. Evrakları doldurmak için sıra beklerken ilk abla konuştu. "Siz mektepten mi kaçtınız lan?" dedi. Ben de salak gibi "Nereden anladın abla?" diye sordum. O da "Abla senin annendir kahpe, ben de kaçtım ondan biliyorum." diye azarladı. Sonra da adaşıma takıldı, hiç konuşmuyor diye. Öyle tanışmıştık işte.


Abla, ertesi akşam yemekten sonra bizi sigara içmek için bahçeye çağırdı. Sigarası biter bitmez hemen "Nereden ot bulabiliriz?" diye sordu. Zaten iki gecedir burnumda tütüyordu. İçmediğim için dün gece de rüyamda yine düğünümü görmüştüm. Daha başka şeyler de hatırlamaya başlamıştım. Burnumda tüten ot, ablanın sormasıyla beraber alevlendi. Meğer iki gecedir konuşmayan adaşım da müptelaymış. "Neredeyse bulalım, ben kaşınıyorum." dedi.


Abla etrafı gözetledi, bir hademeyi gözüne kestirdi. Nasıl ikna ettiyse iki buçuk saat sonra ot geldi. Ot geldi ama nerede içecektik? Bize sote bir yer lazımdı. Odalar, yemekhane, hamam ikide bir insanın uğradığı yerlerdi. Bir ara mescitte içmeye kalktık. Sonra abla "Allah’ın mekânında ziftlenecek kadar günahkar değilim." dedi, vazgeçtik. Kalçamıza motor takmış gibi yer ararken abla parmağına geçirdiği anahtarla geldi. Anahtarın üzerinde ''kütüphane'' yazıyordu. Çatıda kütüphane olduğundan haberim yoktu, doğrusu kütüphane denen şeyin nasıl bir şey olduğundan dahi haberim yoktu. Hayatımda kütüphaneye girmemiştim, kütüphanenin kapısından bile geçmemiştim. O akşam abla sayesinde ilk defa kütüphanenin "milli"si olmuştum.


Abla "Benden sonra gelin, dikkat çekmeyelim." dedi ama adaşım dayanamadı arkasından koşturdu. Ben de iki dakika dolaştıktan sonra dayanamadım, kütüphaneye gideyim, dedim. Ama bulamadım, hademeye sorsam dikkat çekecekti. Yarım saat kütüphane aradım, meğer helanın yanındaki küçük odaymış. İnsan kütüphane deyince şöyle koskocaman oda, koskocaman kapı bekliyor ama nerede... Demek kütüphane denen şey helanın dibine tıkılacak kadar önemsiz bir şeymiş.


İçeri girdiğimde abla, dolapların başında yazanları okuyordu. “Tarih, din. Tarih, din. Bu ne ulan başka bir şey yok mu? Hah felsefe, tam bize göre. Bu neymiş, Ni-eç-zi-he! Neymiş? Putların Alacakaranlığı. Yok anasının damı. Dur bakalım ne yazıyor Nezihe.”


Abla işte böyle böyle kitaplarla maytap geçiyordu. Bazı cümleleri bize okuyor, ne anladığımızı soruyordu. “Bak okutsalar ne yaman öğretmen olurdum.” diyordu, otu çektikten sonra da felsefe dersine başlıyordu. Ders bittiği zaman sözü bize veriyordu, beğenmediği zaman da “Sıçarım yapacağınız felsefeye, sus, sıfır.” diyordu.


Yani anlayacağınız ot bulduğumuz her akşam felsefe dersimiz vardı, biz de her felsefe dersinden çakıyorduk. Ta ki çatının müdiresine enseleninceye kadar. Meğer abla, hademenin yemini biraz kısmış. Hademe de alışmış tabii yemlenmeye, çıkmış müdireye "Bunlar kütüphanede ziftleniyor." demiş. Abla otu getirenin hademe olduğunu kusmuştu ama nafile.


Otsuzluğa dört gece dayanabildik. Adaşım, kaşınmaktan kollarında Türkiye haritası çizdi. Dördüncü gece sabaha karşı çatıdan uzadık. İlk iki gece izbe bir otelde kaldık. Kusana kadar otlandık. Paralar suyunu çekti. Birkaç yere baktık çalışmak için ama olmadı. Her tarafımızdan akıyordu kahpeliğimiz. Üzerimize yapışmıştı, sanki kokuyorduk. Bize yaklaşan kokumuzu alıyordu. Lağım kokusunu alıyordu. "Bunlar kahpe." diyordu. "Bunlara iş verilmez. Olsa olsa iş atılır bunlara" diyor, siktir ediyordu.


Abla dayanamadı, "Madem öyle, en iyi bildiğimiz işi yapalım." dedi. Ama bir farkla, bu kez sırtımızdan kimse geçinmeyecekti. İşleri abla ayarlayacaktı, müşterilerle o konuşacak, parayı da o alacaktı. Ama önce bize eşyalı bir ev, bir de kendimizi korumak için silah lazımdı. Çünkü bu kahpe dölleri başka laftan anlamazdı, yarın bir gün pezevengin biri dadanırsa korkmadan silahı çekecektik. Kahpe dölü pezevenklere kurşunun anlatamayacağı dert yoktu.


Oteldeki son gece planımızı yaptık ve birbirimize söz verdik. Bir iş kuracak kadar para biriktirecek, sonra da ilk uçakla Hindistan’a gidecektik. Hindu'larla beraber Nil Nehri'nde yıkanacak, günahlarımızdan arınacaktık. Kütüphanede ziftlendiğimiz akşamlardan birinde abla, ansiklopediden okumuştu bunu. Biz de o gece otun verdiği şevkle Nil Nehri'ne gideceğimize dair yemin etmiştik.


Şimdi aklınıza geliyor biliyorum, otlandıktan sonra tekrar çatıya dönebilirdiniz, diyorsunuz. Hatta belki daha da geriye gidip hayata atılmadan önce baba ocağına dönebilirdiniz, diye akıl veriyorsunuz. Yani şunu demek istiyorsunuz, kahpelikten başka bir çare bulabilirdiniz, siz kolayı seçtiniz, diye iç geçiriyorsunuz. Merak etmeyin, denedik, hepsini denedik ama olmadı, sonunda yenildik ve pes ettik. Gücümüz bu kadardı, bir yere kadardı. Sonra akışına bıraktık yani hayata bıraktık kendimizi, hayat kadını olduk. Anladım, bir yol daha var, diyorsunuz; yani intihar edebilirdiniz, diyorsunuz, haklısınız. Yapabilirdik ama hepimizin içinde az da olsa bir umut vardı. Tekrar hayata dönme umudu vardı, yani sizin yaşadığınız hayata dönme umudu, foseptik çukuruna dönen bedenimizi ortadan kaldırma cesaretimizi kırıyordu. Anlayacağınız hepimizin bir nedeni var. Doğru ya da yanlış. Haklı ya da haksız. Hepimizin bir nedeni var.


Kokumuzdan kim olduğumuzu anlayan boş mezarcı ev sahibi, arada sırada uğramak şartıyla evini kiraya verdi. Abla hemen eskilerden birkaç iş bağladı. Evi çekip çevirdik. Sonra en kıyağından bir silah aldık. Meğer ne kadar kolaymış silah almak. Abla çıktı, yarım saat sonra silahla döndü. Yani sigara almak, üzerine elbise almak gibi bir şeymiş. Neyse iyi ki almışız çünkü bir hafta sonra pezevengin biri dadandı kapıya. Abla dümenden kocasını çağırıyormuş gibi yaparken adaşım silaha sarıldı. Susturucuyu taktı, dürzünün başının üzerine iki el sıktı. Dürzü neye uğradığını şaşırdı, duvardaki delikleri görünce masaya bıraktığı telefonunu almadan tüydü. Bir daha da dönmedi.


Abla rehberden müşteri avlarız diye dürzünün telefonunu kurcaladı. İsimlerden bir şey çıkarmaya çalışıyordu. Sonunda “Senatör” diye birini tuşladı. Senatör denen herif başta işi bilmezden gelmeye kalktı. "Öyle birini tanımıyorum." diye vızıldadı da abla kaçın kurası, adamı tava getirdi. Ama ablada bir tuhaflık vardı. Daha telefonu kapatmadan rengi kaçtı. Boğazı kurumuştu, konuşamıyordu. “Bu adamın sesi çok tanıdık geldi.” dedi.


Bir saat sonra bizi aradılar, evin tam adresini aldılar. Abla telefonu hoparlöre verdi, evet, oydu. Her akşam televizyonda görünen kodamanlardan biriydi. Demek pezevenk onu gizlemek için Senatör diye kaydetmişti. Adresi en incesine kadar sorduktan sonra “Arkadaşlar gelecek, sağa sola bakmak için.” dedi, cevabı beklemeden kapattı.


Bir saat sonra film kaçkını arkadaşları geldi. Suratımıza bakmadan içeri daldılar, hayatımda görmediğim aletleri duvarlara tutup saçma sapan hareketler yaptılar. Arkadaşlardan en kalıplısı telefonu kulağına götürmeden Senatör'ü aradı. Burası bembeyaz patron, dedi. Patron da bir sürü şey sıraladı. Viski, çikolata, çerez, adını sanını duymadığım bir sürü marka… Bir de karbonat istedi, herhalde dişlerini beyazlatmak için kullanıyor, dedim. O mermer gibi dişler başka türlü nasıl parlayacak diye düşündüm. Kalıplı, birden, “Karbonatı nereden getiriyorsunuz, güvenli mi?” diye sordu. Nedense bana sordu, ben de ne diyeceğimi bilemedim, ablaya baktım. Abla çoktan küçük dilini yutmuş, salak salak sırıtıyordu. Birden toparlandı, "Biz almayı unutmuşuz, sizden rica etsek bu seferlik?” diye kalıplıya cilve yaptı. Kalıplının umurunda olmadı, kulağına dokunup "Beş altı kişilik ayarla." dedi, sonra da adaşıma birkaç yüzlük uzattı, markete gönderdi. Salak adaşım, üzerini bile değiştirmeden pijamalarla markete gitti.


Adaşımın dönmesini beklemeden küçük siyah bir bavuldan pelerine benzer kıyafetler çıkardılar. Ablanın kucağına atıp çıktılar. Ablaya; bunlar ne, demeye kalmadan ablam cevap verdi. “Bu yaştan sonra avukatlık da nasip oldu, bak çatıdaki dersler işe yaradı. Orada öğretmendim şimdi de avukat oldum." dedi, sonra da kahkahayı patlattı. Ben patlatamıyordum çünkü az önceki dürzülerden zaten ödüm patlamıştı. Kasıklarım çatlayacak gibi sızlıyordu, felaket de çişim gelmişti ama korkudan gidemiyordum. Ben işimi görürken gelirler, beni bulamazlar da ablaya bir şey yaparlar diye bacaklarımı sıkıştırıyordum. Adaşım döndü, ablayı cübbeyle görünce keklik gibi çığlık attı.


Adaşımın aldıklarını tabaklara yerleştirdikten sonra abla bizim de cübbelerimizi giydirdi. Konuşmamıza, hareketlerimize dikkat etmemiz için bizi defalarca uyardı. Zaten sabahtan beri evi siliyordu. Hem gelecekleri memnun etmek istiyor hem de bize çaktırmamaya çalışsa da onlardan fena halde korkuyordu. Bir de bu iş bizim için çok önemliydi. Ya böyle kalburüstü kodamanlarla çalışacaktık ya da eskisi gibi Allah'ın beş parasız kokarcalarıyla. Hem evi böyle didik didik ettiklerine göre Senatör'ün yanındakiler ondan daha ensesi kalın adamlardı. Abla bu yüzden tutuşuyordu.


Derken kapı çaldı, kapı çaldığı anda ben altıma kaçıracak gibi oldum ama dişimi sıktım. Abla sağı solu düzeltti, yastıkları kabarttı, sonra kırıta kırıta kapıyı açmaya gitti. Senatör elinde çiçeklerle önden girdi, arkasından Senatör'den daha meşhur iki adam. Senatör, "Demek hakime hanımlar duruşma için hazır." diye kükredi. Yanındakiler duvarı yumruklar gibi kahkaha attı. Abla da Senatör'ün omzuna dokunup kikirdedi. Hemen ayak uydurdu. Zaten en önemli meziyetimiz bu değil miydi, abla bir gece kütüphanede "Hayat kadını dediğin hem kutuplarda hem de çöllerde en çetin koşullarda bile en kral muameleyi çekebilmeli." dememiş miydi?


Senatör, ablanın sırnaşmasına ses çıkarmadı; abla da bir cesaret "Bu gece tüm duruşmaları tek celsede bitireceğiz." dedi. Senatör'ün arkadaşları biraz gülümsedi ama Senatör bozuldu. “Bakalım kim kimin duruşmasını bitirecek, bizi mahkum etmek neymiş kim kime gösterecek." dedi. Dedi de biz bir bok anlamadık o zaman dediklerinden. Anlamadık ama Senatörler gülünce biz de makarayı çözüverdik. İkinci meziyetimiz de bu değil miydi, yağlı müşterinin bütün şakalarına dünyanın en sahte, en acı kahkahalarını atıvermek?


Senatör salona geçti, ablaya “Karbonatlar nerede hakime hanım?” diye bağırdı. Sonra kendini koltuğa bıraktı. Abla, “Sizinkiler almaya gitti efendim.” dedi. Sonra bize işaret etti, daha önce kurmuştu bizi zaten. "İşaret ettiğimde viskiyi koyun, yavaş yavaş sırnaşın." demişti. Biz de dediğini yaptık. Adamlar daha iki yudum almıştı ki kalıplılar döndü. Karbonat dedikleri poşetleri ablanın eline tutuşturdu. Geç de olsa anlamıştık. Bu, ablanın "Tövbe ettim." dediği tozdu. Abla poşeti Senatör'e uzattı ama Senatör, “Bayanlar önden.” dedi. O da tereddüt etmeden mutfağa geçti, ayran kutusundan kamışları söktü ve salona döndü. Masanın üzerini boşalttı, sonra da tozu masaya serdi. Altıya böldü. Senatör “Buyurun hâkime hanım.” dedi. Abla tozu bir kerede burnuna çekti. Yargıç “Haydi hep beraber hakime hanım gibi tek seferde!” diye bağırdı. Ne yapacağımı bilemedim, adaşım da apışıp kalmıştı. Yanımdaki uzun boylu hıyar, koluma girdi, “Başkanı duydunuz sayın savcım, haydi hep beraber.” dedi. Ne savcısı ulan hıyar, diyecek oldum ama korkumdan sesimi çıkaramıyordum. Hem çişim de neredeyse ağzımdan çıkacaktı. Belki çişimi unuturum diye karbonatı bir kerede burnuma çektim. Burnum öyle bir yandı ki sanki beynim burun deliklerimden dudaklarıma sızıyordu. Bir öksürük tuttu beni, anlatamam.


Adaşım da karbonatlandıktan sonra Senatör, ablaya, “Buyurun hakime hanım, gerekçeli kararınızdan sonra infazı gerçekleştirelim.” dedi. Abla, “Gerekçeli karar da neymiş canım, hahaha.” diye gürültüye getirmeye çalıştı ama Senatör cevap vermedi. Ablayı kolundan tuttuğu gibi odaya sürükledi. Yanımdaki de coşmuştu, elimi orama burama atıyor, aklı sıra beni zevke getirmeye çalışıyordu. Bir ara tekrar karbonat çektik, sonrasını tam hatırlamıyorum. Sanki bir ara ablanın odasından bağrışmalar duydum. Adaşım da çıldırmış gibi kahkaha patlatıyordu. Yanımdaki hıyar koltuğa sızmıştı. Ben de yerde uyumuşum ki sabah başımı cam sehpaya çarparak uyandım.


Senatör ve arkadaşlarından eser yoktu. Adaşım salonda, kanepenin üzerinde ölü gibi yatıyordu, ablanın yanına gittim, o da yerdeydi. İkisini de uyandırdım, dün geceyi sordum ama kimse bir şey hatırlamıyordu. Ablanın üzerinde hâlâ cübbe vardı. Onları neden giydiğimizi de unutmuştum. Abla “Bunların istemediği bir karar mı ne vermiş hâkimler, bunlar da bizi hâkim yerine koydular, hınçlarını aldılar.” dedi. Sonra kalçasını gösterdi “Puşta bak sabaha kadar tokatladı beni, dur bakayım sizde bir şey var mı?” dedikten sonra adaşımın üzerindekini kaldırdı, üzerinde cübbeden başka bir şey yoktu. Adaşımın göğüsleri çizik içerisindeydi, ben de kendimi yokladım. Benim de kollarımda ısırık izleri vardı. Ama hiçbir şey hatırlamıyordum. Demek hıyar uyumamış, sabaha kadar dişlemiş beni.


Abla birden “Parayı nereye bıraktılar, gören oldu mu?” diye sordu. Adaşımla göz göze geldik, ikimiz de dün geceye dair en ufak bir şey hatırlamıyorduk. Aramaya koyulduk ama nereye baktıysak bulamadık, iyi mi? Abla bir ara gözünü kararttı, Senatör'ü arayacaktı ki mutfaktan adaşım seslendi. Buzdolabının içinde sarı bir poşette bir tomar yüzlük vardı. Abla, parayı bir çırpıda saydı, ben olsam kaç defa karıştırmış, başa dönmüştüm. Hatta arada elli liralar da vardı, onları da sayıyor, takılmadan devam ediyordu. Ben olsam tüm ellilikleri sona koyar, başa dönerdim.


Abla, para sayma işini bitirmiş, böyle aval aval yüzlüklere bakıyordu. Onları avcunun içinde iskambil kâğıtları gibi açtı. Biz adaşımla, paranın ne kadar olduğunu duyunca göbek atmaya, bizim oraların havalarını çalıp oynamaya başladık. Ama abla hâlâ öyle duruyordu. Dayanamadım “Abla, şaşkınlıktan kal geldi sana herhalde, alo!” diye bağırdım. Abla göz bebeklerini sonuna kadar açtıktan sonra “Bu herifler sabahtan akşama kadar kamera karşısında insanlara haktan, hukuktan bahsediyorlar. Milletin parasıyla maaş alıyorlar, sonra da böyle sefa sürüyorlar, iyi mi?” dedi.


Yüzlükleri masaya bıraktı, sonra iki dakikadır kafasında dönenleri bize de kustu. Sözde Senatör'ü, bir de arkadaşlarını kameraya alacak sonra da rezaletleri haberlere satacak, o parayla da Hindistan’a kaçacaktık. Hatta Hindistan’dan da Kanada’ya bilmem ne başvurusunda bulunacaktık. Ne dediysek, abla ikna olmadı. "Her tarafı didik didik ediyorlar, acayip cihazlarla geziyorlar, acayip telefonlar kullanıyorlar." dedik. Bu kez sanki biz onun ablası olmuştuk, ona akıl veriyorduk ama boşuna. Abla bize aldırmıyordu hatta yüzümüze bile bakmıyordu. Kendi kendine konuşur gibi dudaklarını oynatıyor, “Siz görürsünüz” der gibi başını sallıyordu.


Birkaç gün sonra dışarı çıkarken "Kimliklerinizi de yanınıza alın." dedi. Biz tabii ne için istediğini anlamadık, hatta adaşım kimliğinin varlığını bile unutmuştu. İki saat de onunla uğraştık. Sonunda kimliğini bulduk ve dışarı çıkabildik. Meğer abla kimlikleri pasaport için istemiş. İşlemleri yaparken benim yine çişim bastırmaya başladı. O zaman fark ettim ki ne zaman korkudan ödüm bokuma karışsa bir de çişim bastırıyordu. Abla ciddiydi, söylediklerini yapacaktı.


İki hafta sonra bu kez Senatör aradı. Abla zaten onlara hazırlanıyordu. Artık başka müşteri almıyordu.


Yine onlardan önce kalıplılar geldi, ortalığı darmadağın etti. Onlar çıkar çıkmaz abla telefonunun kamerasını açtı, karbonat çektiğimiz cam masanın üzerine koydu. Altına da aynayı, salonu gösterecek şekilde yatay koydu. Ayna salonu kameraya yansıtacak, kamera da yansıyanı kaydedecekti. Kalıplılar çıkmadan önce bu defa mahkum kıyafetlerine benzeyen çizgili elbiseler getirmişti. Bir de iğne, gazlı bez, kolonya, yara bandı gibi malzemelerin bulunduğu bir poşet bırakmışlardı. Çok geçmeden yine önden Senatör, arkadan arkadaşları eve daldı. Onlar da gardiyan kıyafeti gibi bir şeyler kuşanmışlardı. Bellerine sopalar asmışlardı. Senatör, içeri daldığı gibi poşeti masanın üzerine döktü, telefon yerinden oynadı.


Senatör telefonunu çıkardı “Doktor, arkadaşlar yolda, birazdan seni alacaklar, gel de şu aşılarımızı yap.” dedi, arkasından da kahkahayı patlattı. Sonra kalktı; ablayı, beni ve adaşımı kelepçeledi. Doktor denen adam yarım saat sonra geldi. Aşı dedikleri şeyi önce bize yaptı, aşı olduktan on dakika sonra benim filmim yine koptu.


Sabahleyin sabah dediğim de Allah bilir saat kaçtı, uyandım. Mutfaktaydım, üzerimde hiçbir şey yoktu, anadan doğma öyle yatıyordum, her tarafım buz kesmişti. Ciğerlerim donmuş gibiydi, sırtımı hissetmiyordum. Nefes aldığımda sanki canım çekiliyordu. Tam doğrulmaya çalıştım, abla yetişti. “Haydi giy üstünü, gidiyoruz.” dedi. Afyonum patlamamıştı “Nereye bu saatte?” diye sordum. “Nereye olacak, Nil Nehri'ne, abdesti orada alırız artık.” dedi.


Bir yarım saat daha parayı aramakla geçti. Meğer manyak herifler parayı bu kez de fırına saklamışlar. Artık bundan ne zevk alıyorlarsa, böyle oyun oynuyorlardı bizimle. Ama bu seferin parası diğerinden fazlaydı, bu parayla bırak Nil Nehri'nde yıkanmayı, dünyanın bütün nehirlerinde yıkanabilirdin.


Neyse, abla yolda televizyonu aradı, Senatör'ün adını da vererek videonun bir kısmını, eğer beş trilyon verirlerse tamamını da atacağını söyledi. Telefona bakan her kimse günde böyle yüzlerce arayan olduğunu söyledi. Abla da telefonundan videoyu biraz oynattı, adaşımın telefonuyla da videoya alıp kanala gönderdi. Az önce maval okuyan sürtük şimdi iki saat süre verirlerse istediğimiz parayı getireceğini haykırıyordu.


Abla gerçekten de beş trilyonla eve döndü. Rüya görüyor gibiydik, adaşımla sarıldık, öpüştük. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Paçayı kurtarmıştık, Nil’e gidecektik. Yıkanacaktık ve yeni bir hayata başlayacaktık, tüm günahlarımızdan arınacaktık. Hemen hava yolları gişesine koştuk, Hindistan’a nasıl gideriz diye sorduk. Sürtük bizi ciddiye almadı, abla önüne yüzlükleri koyunca bir kart verdi, karttaki beyefendinin bize yardımcı olacağını söyledi. Abla beyefendiyi aradı, vaktimizin olmadığını ama paramızın olduğunu söyledi. Adam on beş gün sonraya bilet ayarladı. Biz de uçar gibi eve geçtik, yolculuk için ne lazım olur diye bir liste yaptık.


On beş gün sonra listeyi kaptığım gibi markete koştum. O güne kadar yaşadığım en mutlu gündü. Kocam olacak yavşakla evlendiğim gün bile bu kadar mutlu değildim. Hindistan, Kanada hayalleriyle markete daldım. Önce listedekileri, hiçbirinin fiyatına bakmadan sepete attım. Canım ne istiyorsa da ekledim, sonra eve geçtim.


Evde çıt çıkmıyordu. O kadar seslendim kimse tınmadı. Odaları gezdim, yine kimseler yoktu. Acaba beni satıp tüydüler mi diye düşünüyordum. Burnuma tuhaf bir koku geldi, kokuyla beraber midem bulandı. Mutfağa yürüdüm, abla ve adaşım yerde yatıyordu. Sırt sırta vermiş, kollarından birbirlerine kelepçelenmişlerdi. Ocağı sonuna kadar açmışlar, onları zehirlemişlerdi. Herhalde beni arıyorlardı.


Ablayla adaşımın ölüsü bana garip gelmedi. Muhtemelen abla da bizi öyle görse garipsemezdi. Çünkü biz o kadar şey gördük ki, insanın o kadar şeklini gördük ki… İnsanın ne kadar alçalabileceğini, ne kadar yükselebileceğini ve zevk uğruna ne şekillere girebileceğini o kadar gördük ki… Bizler, yani sabah akşam kınadığınız, ayıpladığınız hayat kadınları, bizler o kadar şey gördük ki bir yerden sonra hiçbir şeyi umursamaz olduk. Ben de umursamadım, banyoya geçtim. Aklımdan geçen tek şey o kahpe döllerine yem olmamaktı. Aklıma bir anda babam geldi, acaba şimdi onu arasam beni kurtarabilir miydi, diye düşündüm. Kurtaramazdı. Kurtaramazdı ama her şeye rağmen ona yaptıklarıma, çektirdiklerime rağmen kurtarmaya çalışırdı. Hem de canı pahasına.


Salon çekmecesini açtım, geçen geceden kalma otu çıkardım. Ağzına kadar dolu bir sigara sardım. Aralıksız içtim, dün geceden karbonat da kalmıştı. Onu da çektim. Başım anamın merdanesi gibi dönüyordu. Babamın "cehennemlik" dediği yerdeydim, anamın merdanesi dönüyordu, başım da merdane gibi dönüyordu. Babam hamamdaki sobayı yakıyordu. Odunları tutuştururken arada bana bakıyor, kapkara bıyıklarının altından sırıtan bembeyaz dişleriyle gülümsüyordu. Babam gülümsedikçe hamam ısınıyordu. Ablanın sesi geliyordu sanki hamamdan “Hiçbir şey değişmez, her şey aslına döner döner durur.” diyordu. Babam hamamın sobasını yakıyordu, hamam bir an önce ısınsın diye odunları üflüyordu. Ben de onun kucağına oturuyordum, ben de onunla beraber üflüyordum. Tutuşan odunların sıcaklığı gözlerimi eritiyordu. Merdane dönüyordu.


Küveti sıcak suyla doldurdum, aklıma Senatör'ün ilk gece getirdiği nergis çiçekleri geldi. Mutfakta, vazodaydılar. Getirdim, küvetin içine kopardım. Soyundum, küvete girdim. Son bir sigara yaktım. Küvetin dirseğinde tıraş bıçağı vardı, mermerde parçaladım. İçindeki küçük jiletle günahlarımdan arındım.