Tekrar bir araya gelmeniz uzun sürmedi.


Tabiatın ihtişamı karşısında aciz kaldınız. Korktunuz, korktuğunuz için de türlü şeyler uydurmaya başladınız. Ancak sizin gibi korkakların inanacağı bir alay yalan yarattınız. Yalanlarınız korkunuzu söndürdü. Rahatladınız ve uykuya daldınız.


Başta, yalanları sadece uykuya dalmak için kullanıyordunuz ve çok da ciddiye almıyordunuz. Ama uydurmanın tadına vardıktan sonra yalanlarınıza inanmaya başladınız. Yalanlarınıza öyle inandınız ki yalansız yaşayamaz oldunuz. Yalanlar, yaşama nedeniniz, amacınız; hayatta kalabilmenizin, korkularınızı yenebilmenizin tek çaresi oldu. Elinizde kalan tek çareyi de hayatınız pahasına korudunuz.


Sonra yani yalanla yaşamaya alıştıktan yüz yıllar sonra yalanlarınıza sizden daha çok inanan ve yalanları sizden daha çok savunan insanlar türedi. Öyle bir türedi ki tüm kıtayı kapladı. Yalanın boyadığı kıtada her şeyin rengi değişti. O zamana kadar iyi olan kötü; kötü olan da iyi oldu. Yüz yıllar, yüz yılları kovaladı. Yalanla gerçeğin yeri değişti. İyi ve kötü birbirine girdi. Gerçek unutuldu.


Gerçek unutuldu unutulmasına ama bazen uykudan uyananlar da oldu. Ellerinde gerçeğin hükmünden başka silahları yoktu. Silahlarını korkmadan kullandılar, gerçeğin hükmünü okudular. Sizi ait olduğunuz yere, mağaralarınıza yıktılar. Mağaranın ağzına taş yığınları yuvarladılar. Korktunuz, korktuğunuz için de sesinizi çıkarmadan gerçeğe boyun eğdiniz. Belki de boyun eğer gibi yaptınız. Mağarada yalanlarınızı perçinlemek için zaman kazandınız. Bir yandan da mağaradan kaçmak için ince bir oyuk aramaya koyuldunuz. Bulduğunuz yeri ince ince oydunuz. Küçük bir sızıntı size umut oldu. Sızıntıyı gördüğünüz anda mağaradan kaçıp diğerleriyle bir araya geldiniz. Fırsatını bulunca da hortladınız.


Korkularınızın yarattığı yalanı, ruhunuzun kustuğu zehri akıtmaya başladınız. Gerçeğin dirilttiği ne kadar değer varsa zehirlediniz. Korkunuzdan ulaşamadığınız iyi ve güzel ne varsa iyi ve güzel olmadığınız için kıskandınız. Kıskandınız ve yok ettiniz. Düşünemediğiniz için düşüneni, göremediğiniz için göreni, duyamadığınız için duyanı, sevemediğiniz için seveni, bilemediğiniz için bileni yok ettiniz. Nihayet yarattığınız en büyük yalanla insanlığı yani korkak-cesur bütün insanlığı mahkum ettiniz. İnsanlığın koşar adım giden ayaklarını prangaya vurdunuz. Prangaların zincirlerini, uyduruk günahlara bağladınız. Gerçeği yakıp rüyayla söndürdünüz. Rüyalarınıza inanmayanları paraladınız, yetmedi taşladınız yetmedi derisini yüzdünüz, yetmedi ateşe attınız.


Aradan yüz yıllar, yüz yıllar geçti. Yalanların uyuşuk havasını soluyanlar yine uykuya daldı. Gerçeğin hükmünü okuyanlar bunu fırsat bilerek küllerinden doğdu. Dünyayı kavuran ateşi bu kez gerçeğin serin sularıyla söndürdü. Siz, yine mağaralarınıza çekildiniz. Yine gerçeğin serinliğine alışır göründünüz. Kendinizi rolünüze öyle kaptırdınız ki en ön safta kelle uçurup kocaman surdaki ilk deliği açtınız. Bir çağı kapayıp yeni bir çağ bile açtınız. Gerçeğin hükmünü gün doğusunda çöllere gün batısından buzullara kadar okudunuz. Tüm dünyaya yayıldınız, yayıldıkça yoruldunuz, yoruldunuz ve nihayet olduğunuz yere yayıldınız. Yayıldığınız yerde yine rüyalar görmeye başladınız. Yayıldığınız yerde o kadar uzun süre uyukladınız ki burnunuzun dibine kadar gelen yeni gerçekleri göremez oldunuz. Uyandığınızda gerçeği tanımaz oldunuz. Gerçeği tanımayınca da uyanmadığınızı, hala rüya gördüğünüzü sandınız; tekrar uyudunuz.


Ama gün geldi tanımadığınız gerçek sizi uyukladığınız yerden kovaladı. Yayıldığınız yerlerden eve dönmek zorunda kaldınız. Yolda uykunuz açıldı, uykunuz açıldıkça da gerçeği anımsar gibi olunuz. Gerçeği anımsar gibi oldunuz ve tam “Yayıldık, yayıldıkça uyukladık; uyukladıkça gerçeği kaçırdık.” diyecektiniz ki mağaradan çıkan korkaklar kulağınıza fısıldadı.


“Uyudun diye değil, uyandın diye kovuldun yayıldığın yerden.” dedi. Ve geri çekilirken yolda çalkalanan bilinciniz bir yüz yıllık uykuya daha daldı. Geriye sadece bir avuç toprak kaldı. Dünyaya yayılan gerçek, bir avuç toprağa sıkışıp kaldı. Dünyayı sarsan akıl, bir avuç toprağa hapsoldu. Akıl, bir avuç toprağa sığamayınca küçüldü. Küçüldükçe de hapsoldu.


Ama artık hapsolduğunuz yerde yani bir avuç toprakta yayılacak ve uyuklayacak yer yoktu. Bir gün daha uyuklayabilmek için birbirinizi kemirmeye başladınız ki birden dünyayı sarsacak bir deprem oldu. Deprem, toprağın altında gizlenen gerçeği gün ışığına çıkardı ve o ışık zifiri karanlığı aydınlattı. Göçük altındakilere yol gösterdi. Nihayet bir avuç toprağa sıkışan akıl, sağduyu ve gerçek; saçtığı ışığın hızında sıçradı. Sıçradı ve konduğu yerde bir avuç toprağı sarstı.


Siz de yine yüz yıllar, yüz yıllar öncesi gibi mağaralarınıza çekildiniz. Çekildiniz ve gözetlediğiniz yerden aklın, sağduyunun ve gerçeğin tökezlemesini beklediniz.

Gerçeğin hükmünü okuyanlar, yüzyıllık uyku boyunca, bir avuç toprak dışındaki diyarlarda gerçeğin tüm zamanları aştığını gördüler. Gerçeğin ve aklın yüz yılda kat ettiği mesafe karşısında hayrete düştüler. Hayretleri akıllarının önüne geçti. Bir avuç toprak dışındaki diyarları hiçbir zaman yakalayamayacaklarını düşündüler. O diyarlar da bu düşünceye çanak tuttular ve fısıldadılar. “Siz bize yetişemezsiniz ancak bizim sonsuzluğa giden trenimize atlayarak kurtulabilirsiniz.” dediler. Gerçeğin hükmünü okuyanlar ikna oldu ve trene atlamak için el ele tutuştu. Halkayı tamamlamak için doğuya el uzattılar ama uzanan el öyle çığlık işitti ki kulaklarını tıkamak zorunda kaldı ve halka bozuldu.


“Bu tren gerçeğin sonsuzluğuna değil, yine yüz yıllık rüyalar göreceğimiz uyuşuk diyarlara gidiyor.” dedi. Gerçeğin hükmünü okuyanlar öfkelendi. “O zaman ne yapacağımızı sen söyle, gerçeğin hükmünü sen oku.” dedi. Dünyayı sarsacak depremi yaratan çığlık, bir deprem daha yarattı ve “Sıçramalıyız, öyle bir sıçramalıyız ki uyukladığımız yüzyılı bir sıçrayışta kapatmalıyız.” dedi.


Gerçeğin hükmünü okuyanlar “Sıçrayamayız, yüz yıldır uyuyoruz. Bir avuç toprağa sıkışıp kaldık. Uyuklamaktan ayaklarımız bile tutmuyor, nasıl sıçrayacağız?” diye sordular. Depremler yaratan çığlık “Uçurumun kenarına gideceğiz, uyuşuk ayaklarımızı koparıp hep beraber uçurumdan aşağı süzüleceğiz. Ya uçacağız ya öleceğiz!” dedi. Ama siz, gerçeğin hükmünü okuyanları da uçurumdan süzülenleri de mağaranızdan seyrettiniz. Depremler yaratan çığlığa kulaklarınızı tıkadınız. Çığlığın dinmesini, süzülenlerin kayalarda parçalanmasını beklediniz.


Beklediğiniz gibi de oldu. Çığlık sustu, süzülenler kayalarda paramparça oldu. Yine mağaralarınızdan çıktınız. Bir araya geldiniz. Sizleri, yer yüzünden silecek son çığlık kopana kadar.