Geçen gün, bir hesap yapayım, dedim. Tam on yedi yıl olmuş, cuma ve cumartesi geceleri hariç, her gece uyumadan önce tıraş oluyorum. Yani toplamda 4.420 kez tıraş olmuşum. Tabii ki cuma ve cumartesiyi çıkararak hesapladım.


Dün gece tıraş olmaya başlamadan önce telefonumdan kronometreyi açtım, tam on dört dakikada tıraş oluyormuşum. Bir dakikayı da hazırlık için sayalım on beş dakika. Yani bu zamana kadar toplam 1.104 saatimi tıraş olmaya adamışım. 1.104 saat yaklaşık kırk altı gün ediyor. Yani kırk altı günümü tıraş olmak için çöpe atmış oluyorum.


Uyumadan önce tıraş oluyorum çünkü sabahları ne kadar erken kalkarsam kalkayım, bir türlü saat sekizden önce evden çıkamıyorum. Bizim memlekette mayasıl, halk arasında basur, tıpta hemoroid, sokakta da göt lalesi olarak bilinen lanet hastalığın on yıldır pençesindeyim. Bu Allah’ın cezası illetin neden bu kadar çok adı var o da ayrı bir konu. Bu göt lalesi tabirini arkadaşım dediğim canlıdan on sene önce duymuştum. Derdimi ona anlatınca “Ne o lan, göt lalesi mi oldun, bizden habersiz sağa sola mı vurduruyorsun?” demişti.


Bu Allah’ın cezasını bankada çalışmaya başlayalı yedi sene olmuştu, o zaman kaptım. Tabii ilk zamanlar doktora gidecek yüzü ve cesareti bulamadım. Arkadaş olacak kansızın ima ettiği şeyi ya doktor da ima ederse; pantolonumu sıyırıp secde ettiğimde, ki basurun muayenesi öyle yapılır, doktor hemşireye dönüp “Bu adam vurduruyor.” gibisinden hareketler yaparsa diye uzun zaman kendi kendime kıvrandım. Hatta eşime bile anlatamadım.


Eşime anlatmadım, çünkü o da evlendiğimizin beşinci yılından sonra ne hikmetse söylediğim her şeye karşıt bir cevap verme gibi bir huy edindi. “Ben göt lalesi oldum.” dersem belki o da “Ne o tercihlerini mi, değiştirdin?” diye sorabilirdi. Gel gelelim sonunda dayanamadım.


Geceleri ansızın uyanıyordum, o Allah’ın cezası laleler hamur gibi kabarıyordu. Sabah uyandığımda iç çamaşırımda kan yuvarlakları bana “Günaydın.” diyordu. İş daha fazla çığırından çıkmasın diye eşime anlattım. Nedense gayet ilgili davrandı. Hemen randevu aldık. On beş gün sonra, az önce anlattığım gibi pantolonumu indirdim, secdeye yattım. Doktor eldivenlerini giyerken birkaç soru sordu ve ne oluyor demeye kalmadan işaret parmağını laleme soktu. “Durum kötü, ‘kolonoskopi’de bakalım.” dedi.


İşaret parmağını lalemde gezdirdiği yetmiyormuş gibi bir hafta sonra da lalemden kameralı hortum sokup video çektiler. Bir deste ilaç yazdılar, hepsini harfiyen uyguladım ama bir şeye yaramadı. Lalemi el âlemin adamlarına kurcalatmakla kaldım.


İşte bu yüzden akşamdan tıraş oluyorum, sabah kalkar kalkmaz helâya giriyorum. Büyük abdestimi yapana kadar yaklaşık kırk beş dakika helâ taşında oturuyorum. Uzun bekleyişten sonra nihayet Allah’ın cezalarını vücudumdan def ediyorum. Ama çıkarken benden intikam alır gibi laleleri jiletliyorlar ve işim bitince helânın gideri kıpkırmızı oluyor. Yediye on beş kala veya yedide işim bitmiş oluyor. Bizim ufaklığı uyandırıyorum, beyefendi yerinden kalkana kadar kahvaltısını hazırlıyorum. Sonra da eşimi uyandırıyorum. Bu arada eşim de bankacı ama aynı şubede çalışamadığımız için o, eve yakın olan şubede çalışıyor. Şube tercihini bize bıraktılar, eşim yakın olanı seçti.


Kahvaltı bittikten sonra ufaklıkla evden çıkıyoruz. Ufaklık diyorum da adam ortaokulu bitirecek bu sene. Hem de sınava girecek, annesi sabahtan akşama kadar yok testti yok tosttu diye diye çocuğu bir tuhaf yaptı. Ne kadar söyledimse söz dinletemedim. Çocuk büyüyünce seri katil falan olmasa iyidir.


Neyse, önce müstakbel seri katili okula bırakıyorum. Sonra eşimi alıyorum, onu şubeye bırakıyorum. Saat sekiz buçuğu gösterince bana göt lalesi diyen arkadaşın berber dükkanında biraz oyalanıyorum. Dokuza on beş kala bankada oluyorum.


Her gün yüzlerce insan geliyor şubeye. Türlerini saymakla bitiremem. Ama genelde iyi-kötü, genç-yaşlı, kibirli-mütevazı... Kibirlilerin işi saniyeler içinde bitiyor, yaşlılarla bazen yarım saat uğraşıyoruz.


Günler böyle birbirinin tıpkıbasımı gibi giderken bir gün yaşlılardan en zavallısı, oğlu adına kredi çekmek istediğini ama hiçbir bankanın yardımcı olmadığını söyledi. Sıradan zamanlarda müşterilerin yüzüne, fotoğraf uyuyor mu uymuyor mu, diye bakar, sonra da işe geçerim. Biz bankacılar müşterinin kişiliğiyle veya o anki haliyle ilgilenmeyiz. İşini yapar göndeririz. Ama nedense amcaya uzun uzun baktım, sonra da haline acıdım. Kredi alabilmesi için ne yapması gerektiğini, dosya masraflarından nasıl sıyrılacağını ve en önemlisi borcu ödemekten nasıl kurtulacağını anlattım. Amca ilk başta duyduklarına inanamadı. Ertesi gün söylediklerimi yaptı ve dün çekmek istediği kredinin iki katını çekti.


Yanımdaki vezne görevlisi konsomatris kılıklı kız, hemen o gün, yaşananları müdüre hanıma anlatmış olacak ki müdüre hanım sabah vezneyi açmadan beni yanına çağırdı. Amcaya neden yardımcı olduğumu, dosya masraflarını neden almadığımı sordu. “Hadi diğerlerini anladık diyelim, neden adama borcu ödemezsen şöyle şöyle olur, ondan da böyle böyle kaçabilirsin, demişsin.” diye kurduğum cümleleri yüzüme sümkürdü. Ben de amcaya acıdığımı, bunca zamandır kandırdığım insanlardan en azından birine yardımcı olarak vicdanımı bir nebze olsun rahatlatmak istediğimi söyledim. Müdüre hanım bana değil de bok sineğine bakıyormuş gibi burnunu kıvırdı. “Acırsan acınacak hale düşersin. Biz bankacıyız, bize söyleneni yaparız. Söylenmeyen şeyleri de yapmayız, işimiz bu kadar basit.” dedi. Bu zamana kadar babamdan, annemden, öğretmenlerimden azar yedim. Hepsinin tadı damağımda. Ama ne hikmetse müdüre hanımdan yediğim, boğazıma takıldı. Bir türlü hazmedemedim. Ne yani söyleneni yapar da söylenmeyeni yapmazsam hiç sorun çıkmaz mıydı?


Akşam eve geldim. Her zamanki gibi yemeğimizi yedik, kahvemizi içtik. Yaşananları eşime anlattım, o da müdüre hanım gibi düşünüyordu. Bir porsiyon azar da ondan yedim. Uzatmadım, hemen yatağa uzandım. Sonra tıraş olmadığımı fark ettim, bir on beş dakika daha çöpe attım. Tekrar uzandım ama bir türlü uyku tutmadı. Birden aklıma üç haftadır yanmayan balkon lambası geldi. Yeni bir lamba almıştım ama değiştirmeyi unutuyordum. Yataktan fırladım, lambayı kutusundan çıkardım. Önce balkona sonra da sandalyenin üzerine çıktım. Lambanın koruyucusunu söktüm. Tam lambayı da söküyordum ki sigortalar attı. Eşim uyandı, bağıra çağıra balkona koştu. Yatıştırmaya çalıştım ama benden çok değer verdiği uykusu bölündüğü için bağırmaya devam etti. En son “Ben sana balkon lambasını değiştir dedim mi, gece yarısı neden balkon lambasını değiştiriyorsun?” dedi. Yani müdüre hanım gibi söyleneni yap söylenmeyeni yapma demek istiyordu.


Yeniden uzandım, yine uyuyamadım. “Söyleneni yap, söylenmeyeni yapma.” diye sayıklıyordum. Acaba gerçekten söyleneni yapar da söylenmeyeni yapmazsam insanların azarlarından kurtulur muydum? Sabaha karşı uykuya dalmadan önce kendime söz verdim. Artık sadece söyleneni yapıp söylenmeyenleriyse yapmayacaktım.


Bir iki saat sonra eşimin sesiyle uyandım. “Hayırdır bu saate kadar uyudun, ne oldu hasta mısın?” Avucunun içiyle alnımı yokladı. “Bir şeyin yok, hadi kalk tuvalete gideceksen git. Geç kalıyorsun.” Söylenen gibi helâya gittim, üzerimi değiştirdim. Ufaklığın kahvaltısını hazırladım, ufaklığı sonra da eşimi bıraktım. Vezneye oturduğumda bir şey fark ettim. Yine bana söylenmeyenleri yapmıştım. Kimse bir şey söylememesine rağmen ufaklığı uyandırmış, kahvaltıyı hazırlamış, ufaklığı ve eşimi gereken yerlere bırakmıştım. Bunları yaparken bir sürü olumsuz durumla karşılaşabilir ve yine azar işitebilirdim.


O gün, öğle arasına kadar, söylenenleri yaptım. Öğle arası yine boş bulunup kimse söylememesine rağmen kalktım, yemeğe gittim. Bunu da yemekten döndüğümde fark ettim. Öğleden sonra yine müşterilerin söylediklerini yerine getirdim. Saat altı olunca vezneyi kapadım. Gün sonu hesabını yaptım, iki bin küsur lira açık çıktı. Yanımdaki konsomatris olay çıkardı, herkes başıma üşüştü. Üç dört dakika sonra yine müdüre hanımla müşerref oldum. Sanırım parayı çaldığımı düşünüyordu ama çalmamıştım. Aşağıya indim, makbuzları inceledim. Meğer insanların bakiyesi olmamasına rağmen istedikleri parayı vermişim. Kimine yüz, kimine on, kimine iki yüz lira fazla vermişim. Umurumda olmadı çünkü her şeyin bir bedeli vardır, ben bir kere söyleneni yapıp söylenmeyeni yapmamaya karar vermiştim, artık bu noktadan geriye dönemezdim.


Tutanağı hazırladım. Müdüre hanıma çıkardım. Bana bir hafta süre verdi, tutanağı işleme koymayacağını, bunu da sırf eşimle olan arkadaşlıklarından dolayı yaptığını söyledi. Bir hafta içinde parayı yerine koyarsam, hiçbir şey sormayacağını söyledi. Konuşmasını bitirmişti, sanırım benden bir şeyler söyleyip savunma yapmamı bekliyordu. Hiçbir şey söylemeden öylece kalakaldım. Bir süre sonra yine konuşmaya devam etti. Sustu, artık konuşacak veya dinlenecek bir şey kalmamıştı. Odadan çıkmam gerekiyordu, ama bana odadan çıkmam gerektiğini söylememişti. Beni tuzağa düşürmeye çalışıyordu. O söylemeden odadan çıkamazdım. İçimden saymaya başladım, tam dört yüz altmış saniye birbirimize baktık. Ve sonra müdüre hanım “Bir daha sakın böyle bir şeye yeltenme.” dedi. Gitmemi bekliyordu, hareket etmeyince sanırım çıkmayacağımı anladı. “Aşağıda herkes bizi bekliyor, saat sekiz oldu, hadi çıkalım.” dedi. Nasıl olduysa yine boşluğuma geldi, bana odadan çık, demeden kendi başıma odadan çıktım.


Kapıyı araladığımda burnumu pişmek üzere olan yemeklerin kokusu doldurdu. Eşim mutfaktaydı. Neden geciktiğimi sormadı, sormadığı için ben de neden iki bin küsur lira açık verdiğimi anlatmadım. “Üzerini değiştir, hemen yiyelim.” dedi. Yemeğimizi yedik, bizimki arkadaşına gitmiş. Gece orada kalacakmış. “Beyefendi büyüdü de arkadaşlarında yatıya kalıyor.” dedim. Eşim cevap vermeden sofrayı toparladı, tam salona geçecekti ki hala yerimde durduğumu fark etti. “Ne öyle kalakaldın, salona geç hadi geliyorum.” dedi. Söyleneni yaptım, salona geçtim, her zamanki yerime oturdum. Yirmi dakika kadar sonra eşim geldi. “Televizyonu neden açmadın, ne oturuyorsun öyle. Yoksa hastalandın mı?” dedi ve yine ateşimi ölçtü. Televizyonu açtım sonra da eşimin yanına oturdum. Yanına oturdum ama sonra pişman oldum çünkü eşim televizyonu aç demişti ama sonra da gel yanıma otur, dememişti.


Saat on ikiye doğru eşim kanepede uyuyakaldı. Bir süre sonra sıçrar gibi uyandı. “Hadi kalk, uyuyalım.” dedi. O gece on yedi yıl sonra ilk defa bir çarşamba gecesi tıraş olmadan uyudum.


Sabah yine eşim uyandırdı. “Kalk hadi, bankaya geç kalacaksın.” dedi. Bu kez helâya git, dememişti. Ben de hazırlandım eşimi bıraktım ve bankaya gittim. Vezneyi açtım, öğlene kadar yine dünkü gibi müşteri ne istiyorsa onu yaptım. Geçen gün kredi verdiğim o zavallı amca yine geldi. Bu kez geçen gün çektiği kredinin de iki katını çekti. Amcayı görmeniz lazımdı, ağzı kulaklarına varıyordu. Derken öğle arası geldi, herkes toparlandı ve öğle yemeğine gitti. Güvenlik görevlisi dâhil kimse yemeğe çıkmam gerektiğini söylemedi. Ben de oturduğum yerde öylece kalakaldım. Sabah helâya gitmemiştim, birden bastırdı. Tam ayağa kalkıyordum ki kimsenin bana helâya gitmem gerektiğini söylemediğini fark ettim. Az daha yine tuzağa düşüyordum.


Bir buçuk saat sonra güvenlik görevlisi bankayı açtı. Altıya kadar durmadan çalıştık. Büyük abdestimi unutmuştum ama şimdi de küçük abdestim bastırıyordu. Bir süre sonra onu da unuttum. Gün sonu hesabını tuttum. Nedense o gün hiç açık vermemiştim. Demek ki doğru yoldaydım, söyleneni yapıp söylenmeyeni yapmayınca hiçbir sorun çıkmıyordu. Sabahtan beri kimseden azar yememiştim.


Açık çıkmayınca herkes vaktinde evine gitti. Banka sessizliğe büründü. Öğle arası beni fark etmeyen güvenlik görevlisi “Abi kapatıyorum.” dedi. Ayağa kalk, dememişti ama kapatıyorum, dediğine göre kalkmam gerekiyordu. Bankadan çıktım, kapının önünde bekledim. Allah’tan güvenlik görevlisi “Eve giderken beni de atar mısın, abi.” diye sormuştu. Yoksa kapının önünde ne yapacağımı bilmeden öylece kalacaktım.


Akşam yine her zamanki gibi yemek yedik ve televizyonun karşısına geçtik. Ufaklık arkadaşlarında yaptıklarını anlattı ama eşim oralı olmadı, çocuk anlatacaklarını bitirmeden odaya, ders çalışmaya gönderdi. Ufaklık, bendeki hali hissettiğinden midir ne, yemekten önce annesine duyurmadan internetin şifresini istedi. Ben de mecburen verdim. Annesi internete girip derslerini aksatmasın diye internetin şifresini değiştirmişti ama muhtemelen bizimki ders çalışmak yerine o saatlerde artık oyun oynamak istiyordu.


Saat tamı gösterince eşim “Hadi, uyuyalım.” dedi. Yatağa uzandım, yine küçük abdestim bastırdı. Ama helâya gidemedim çünkü kimse bana “Kalk çişini yap.” dememişti. Şimdi öyle kendi başıma küçük abdestimi yapmaya kalkarsam öngöremeyeceğim sorunlarla karşılaşabilir, yine sonunda azar işitebilirdim. Biraz zorlansam da kıvrana kıvrana uyudum.


Cuma gününün sabahında beni yine eşim uyandırdı, bu kez bağırıyordu. “Kaç senedir kendi uyanan adam şimdi her sabah fosur fosur uyuyor.” diyordu. Hâlbuki uyumuyordum, uyanmıştım ama birinin bana ne yapmam gerektiğini söylemesini bekliyordum. Ben kazanmıştım, artık kimse bir şey söylemeden hareket etmiyordum. Sağ olsun eşim sonunda “Kalk hazırlan, bankaya geç kalacağız.” dedi. Kalktım hazırlandım ve bankaya gittim. Ufaklığın kahvaltısını hazırlamadım, onu okula da bırakmadım, eşimi de almadım. Çünkü bunların hiçbiri bana söylenmemişti.


Şube, semt pazarı kurulduğu için özellikle cuma günü çok kalabalık olur. İnsanlar sabahın köründe şubenin önünde sıraya girer. Güvenlik görevlisi, saat dokuza on kala kapıyı açınca birbirlerini ezip kavga ederler. Garibim güvenlik görevlisi de silahını çıkarıp sağa sola ateş edeceğine her cuma bu insanlarla uğraşır durur.


Veznedeki yerimi aldım, bir saat sonra yine küçük abdest bastırdı. Bacaklarımla şeyimi kıstırdım. Bir süre sonra geçti. Öğlene kadar da bir daha yoklamadı. Öğle arasını yine şubede geçirdim. Öğleden sonra şube mahşer alanı gibi oldu. İşlemleri hızlandırdım, çünkü arkada bekleyen kibirli, yaşlı adam “Biraz daha hızlı çalışamaz mısınız, bizim de yapacak işlerimiz var.” demişti. Bir saat içinde yetmiş üç kişinin işini gördüm. Çok iyi gidiyordum ama lanet olası küçük abdest bu kez öyle bir bastırdı ki bu kez bacaklarımın arası kar etmiyordu. Sancıdan terlemeye başladım. Gömleğim sırılsıklam olmuştu. Aldırmamaya çalıştım. Yetmiş dördüncü müşteriyi de çağırdım.


Her gün düzenli olarak bir önceki gün çektiği kredinin iki katını çeken zavallı amca göründü. Bendeki değişikliği fark etmiş ki “Neyin var evladım, su içinde kalmışsın.” dedi. O kadar acı çekiyordum ki konuşamadım. Amca konuşamadığımı fark edince güvenlik görevlisine doğru yürümeye başladı. İki büklüm olmuştum. Daha fazla dayanamadım, başımı masaya bıraktım. Allah’ın cezası küçük abdest ucunda duruyordu, nefes alsam çıkacaktı. Ama çıkamazdı, buna izin veremezdim. Kimse bana “Hadi git çişini yap.” dememişti.


Sağ elimin baş ve işaret parmaklarıyla benimkinin ucunu kıstırdım. Güvenlikçinin sesini duyduktan sonra doğrulmaya çalıştım ama nasıl olduysa o an bayılmışım. Meğer bayılınca başım masadan sıyrılıp yere çakılmış, başım yere çakılınca da konsomatris kılıklı kız çığlığı basmış. Kız çığlığı basınca da bankada ne kadar insan varsa başıma üşüşmüş. Hemen ambulansı aramışlar. Sedyeye konulunca bacaklarımın arasındaki lekeleri fark etmişler. Demek ki bayılınca bağım çözülmüş de altıma kaçırmışım. Hastaneye varmadan ambulansın içinde kendime gelir gibi oldum. Ama kasıklarımda öyle bir sızı vardı ki dayanamadım yine bayıldım.


Hastanede gözümü açtığımda ilk olarak eşimi gördüm. Yine ateşim var mı yok mu diye alnımı yokluyordu. Bir şeyler söylüyordu ama beynim söylediklerini algılamıyordu. Farkında olmadan yine uyudum. Şimdi de işte, sizin karşınızdayım. Söylediğiniz gibi hiçbir şeyi gizlemeden anlattım. Eşimin odaya girmeden önce annesine fısıldadığı gibi “delirdiğimi” düşünmüyorum. Ben sadece, azarlarına doyduğum insanların söylediklerini yaptım; söylemediklerini de yapmadım.