Bugüne kadar çok insan gördüm, bundan sonra ölümümde bile insan görmek istemiyorum, demiştin. Dediğin gibi de oldu.


Bilgisayarın başına öylece otururken kalp krizi geçirmişsin. Üzerinde en beğendiğin kolsuzun. Fanilayı andıran simsiyah bir kumaş ve üzerinde Atatürk’ün imzası. Beğenmediğin şoförün çekmiş fotoğrafı. Üç gündür yürüyüşe çıkmadığını fark edince merak etmiş, aramış ama ulaşamamış. Haberini alınca koşmuş evine, haline inanamamış, fotoğrafını çekmiş.


Öldüğünü kim fark etmiş biliyor musun, kaloriferini yakan adam. Parasını almak için camı tıklatmış. Senden ses gelmeyince uyudun sanmış. Ertesi gün camdan baktığında yine aynı şekilde oturduğunu görünce korkmuş, hemen polisi aramış, polis de seni en son arayan...


Hatırlıyor musun, ellinci yaş gününü kutladıktan sonra bilgisayarın önünde uyuklamaya başlamıştın. Muayene olman için ne kadar ısrar ettimse ikna olmamıştın. Oysa tahlil için kanı bile ben alacaktım senden. Sanırım en son kan aldığımda üniversite öğrencisiydim. Kırk seneye yakın kimseden ne kan almıştım ne de kimsenin damar yolunu açmıştım. Belki de korkuyordun, bunca zaman elime enjektör almadığım için canını acıtacağımdan, kim bilir. Ama sana kıyamazdım ki. İncitmeden alırdım kanını.


Uzun zamandır düşünüyorum, sendeki gariplikler ne zaman başladı diye. Şimdi yazınca fark ettim. Ellinci yaş gününü kutladıktan sonra başladı. Kimseyle görüşmez oldun, herkesle bağını kopardın teker teker. Kıymetlilerim, dediğin hastalarını bile umursamaz oldun. En sonunda da bizi bir arada tutan pamuk ipliğini kopardın. Benden, yani yirmi beş yıllık dostundan, sırdaşından, hayat arkadaşından uzaklaştın. Önce yazlıkta daha rahat ediyorum, dedin. Sonra da boşanma davası açtın. O zaman söyleyemedim ama seni o kadar seviyordum ki belki gerçekten mutlu olursun ve o garip hallerin düzelir diye boşanmayı kabul ettim. Benim için çok ağırdı, boşanmak istediğini ofise gelen mektupla öğrenmek. Belki de en ağırı bu oldu.


En ağırı diye yazıyorum çünkü gece yarılarına kadar gelmiyordun, umursamamıştım. Hatta bazı geceler hiç gelmiyordun. Hatta... Hatta yazmakta bile zorlanıyorum ama... Beni dövdüğünde bile umursamamıştım. Herkesin doktor hanım, diye hazır ola geçtiği eşini, evire çevire dövdün, hatırlıyor musun? Bunca zaman dayak yiyen her kadın gibi gözyaşlarımı elimin tersiyle silmekten başka hiçbir şey yapamamıştım. O zamana kadar dayak yiyenlerin sadece eğitimsiz, kendi ayakları üzerinde duramayan kadınlar olduğunu sanırdım. Maddi güçleri olmadığı için dayağa katlanıyorlar, derdim. Meğer dayak denilen vahşet yiyenle ilgili değilmiş, dayağı atan kişi insanlıktan çıktıktan sonra herkes dayak yiyebilirmiş. Meğer kadınlar parasızlıktan değil, sevgilerinin doğurduğu çaresizlikten dayağa katlanıyorlarmış.


Fotoğrafına bakıyorum. Öylece oturuyorsun, bilgisayarın başında. Sanki beni yalnız bırakan, terk eden, döven ve aldatan sen değilmişsin gibi. Unuttun mu, tüm bunların üzerine bir de beni aldatmıştın. Yanında çalışan hemşireyle. Demek ki aldatılmanın da benim düşündüğüm şeylerle ilgisi yokmuş. Hiçbir zaman kabullenmedin ama gözümle gördüm. Şoförünü peşinize takmıştım, en son yazlığa girdiğinizi görmüş, beni aramıştı. Ben de sizi oradan çıkarken görmüştüm. Gördüm de okuyan bir şey yaptım zanneder. Hiçbir şey yapmadım. Bağırmam, ortalığı birbirine katmam gerekirdi ama hiçbir şey yapamadım. Şu üzerindeki gariplik geçer de yine eski hayatımıza devam ederiz, yine sırayla okuduğumuz romanlar üzerine konuştuğumuz günlere geri döneriz diye düşündüm. Yine 19 Mayıs'tan sonra yazlığa taşınır, 10 Kasım'dan sonra da apartmana döneriz dedim. İşte bu yüzden sen beni terk edene kadar sesimi çıkaramadım.


Bilgisayarın önünde öylece duruyorsun. Başın öne de düşmemiş, sadece gözlerin kapanmış; biraz da karnın şişmiş. Bembeyaz göbeğin kolsuzun altından görünüyor.


Kim bilir ölmeden önce neye bakıyordun bilgisayardan. Ölmeden önceki gün, o hafta, seni görmediğim onlarca ay ne yapıyordun tek başına? Hiç mi düşünmemiştin beni? Bunca zaman aynı yatağı paylaştığın eşini hiç mi düşünmemiştin de bir kere dahi aramamıştın?


Sağ elin masanın üzerinde. Yoksa telefona mı uzanmaya çalıyordun. Yoksa ilk kasılmayı hissedince beni mi aramak istedin. Yani krizin geldiğini hissettin de yardımına koşmamı mı istedin. Kesinlikle hissetmişsindir kriz geçirdiğini. Nasıl hissetmeyeceksin ki. Ülkenin en çok tanınan cerrahlarındandın. Sağlık bakanını ameliyat eden doktor, diye haberlere çıkmıştın. O günün akşamında Paris’ten aldığımız 1954 tarihli şarabı açmıştık. Şarap seninle yaşıttı. Doğum gününde açacaktın ama o gün o kadar mutlu olmuştun ki sanki yeniden doğmuş gibi şişeyi açıverdin.


Sol elin sandalyenin dirseğinde kalakalmış. Öylece hareketsiz duruyor. Öylece hareketsiz duran sol elinle tutardın elimi. Kendini kaybedip beni dövdüğünde de ilk tokadı öylece hareketsiz duran sol elinle atmıştın hatırlıyor musun? Şimdi elin cansız, ne elimi tutabilir ne de bana tokat atabilir. Ona hem sevginin sıcaklığını hem de cinnetin yakıcılığını veren can, uçup gitti. Artık altmışından sonra başladığın resmin fırçalarını da tutamaz. Beni dövdüğün gün, acaba yine o hemşireye mi gideceksin diye takip etmiştim seni. Yazlığa birkaç şövale asmış, önünde bağıra çağıra resim yapıyordun. Beni görünce her şeyi toplamış, arabanın bagajına tıkmıştın.


Bilgisayarın başında, yapayalnız öylece cansız duruyorsun. Yüzün bembeyaz. Üç gün boyunca öyle bilgisayarın başında kalakalmışsın. Üç gün boyunca, ta ki kaloriferini yakan adam seni fark edene kadar öyle kalakalmışsın. Telefonuna bakmışlar, şoförden önce üç gün kimse aramamış seni. Elini telefona uzatmışsın, kimi arayacaktın merak ediyorum. Kimi arayacaktın da telefonuna cevap verecekti?


Yoksa o hemşire mi? O da açmazdı çünkü terk etmişti seni, biliyorum. Bana yaşattığını sen de yaşamıştın. Beni arasan da ulaşamazdın gerçi. Çünkü seni rehberimden silmiştim hatta bir daha görüşmemek için. Çünkü yıllar sonra sonunda kendime verdiğim sözleri tutmaya başlamıştım. Kendime söz vermiştim, seni hayatımdan çıkaracaktım, daha doğrusu "sen" düşüncesini. Eski şoförün fotoğrafını atana kadar da bu sözü az da olsa tutuyordum. Çünkü aşk bataklığına düştün mü üzerine bulaşan pisliği temizlemek uzun zaman alıyor. Bedeninden temizlesen de ruhuna yapışıp kalıyor. Onları da atmak zaman alıyor. Atsan da ruhun eskisi kadar temiz olmadığı için izi kalıyor. Ve o izler sana temizlediğin çamurları, çamurların oluşumunu hatırlatıyor.


Bugün senden geriye kalanı toprağa vereceklermiş. Beğenmediğin şoförün sen gelmezsen yalnız gömülecek bu adam, dedi. Yalnız gömülecektin çünkü ailenden kimse kalmamıştı. Zaten tek çocuktun. Hiçbir akrabanla da en azından cenazene katılacak kadar bir sevgi bağı kurmamıştın. Çoluk çocuğumuz da yoktu. Olacağı zaman da sen istememiştin, istediğin zaman da ne kadar denesek de olmamıştı. Bazen çocuğumuz olmadı diye cinnet getirip beni dövdüğünü düşünüyorum.


Şoför yalnız gömülecek, dediği an kararımı verdim. Bugüne kadar bana yaşattıklarının intikamını almayı düşünmemiştim. Ama ruhumdaki çamurları temizlemek için intikamı kullanabilirim diye düşündüm. Bu yüzden şoföre, o zaman yalnız gömülecek, dedim.


İstediğin gibi ölürken bile insan görmemiştin, şimdi gömülürken de görmeyeceksin.