O an oturduğu yerde ölüverse, kimse farkına varmayacaktı.


Karabataklar adalardan kente indiğinde geliyor, adalara çekilince kayboluyordu. İnsanlar uyuduğunda uyanıyor, uyandığında uykuya dalıyordu. Gün batımları dışında ara sıra kestirdiği de oluyordu ama gün batımında, hele bulutsuz bir gün ise gün batana kadar gözünü kırpmadan güneşe odaklanıyordu. Güneşi, ertesi gün buluşmak üzere uğurlarken, dudaklarına mahzun bir gülümseme oturuyordu. Kimsenin tahmin edemeyeceği şeyler düşünüyor ve gülümsüyordu. Gün batar batmaz o da tatlı bir uykuya batıyor, kentin homurdanışı dinince uyanıyordu.


Heykelin önündeki üç banktan üçüncüsünde ikamet ediyordu. Sağında solunda, ayağının dibinde ikinci el poşetler, poşetlerin içinde şeytanın aklına gelmeyecek öteberiler saklanıyordu. Poşetlerini evindeki dolaplar gibi düzenlemişti. Hemen yanındaki poşette birkaç ayakkabı ve terlik, onun yanındakinde yiyecek içecekler, ayağının dibindekilerde kıyafetleri vardı.


Hepsini sokaktan toplamıştı. Kentin homurdanışının dindiği ve tatlı uykusundan çıktığı sırada bankından kalkıyor, poşetlerini toparlıyor ve toplamaya çıkıyordu. Çöplerin yanına bırakılanları eşeliyor, işine yarayanları ayıklıyordu. Çöpün içine karışmıyordu. Üç sene önce çöpün içini karıştırırken başına bira şişesi yemiş, ''Sırtlan'' dediği adamın hışmına uğramıştı. Sırtlan da onun gibi topluyordu, bir iki kez çaputları almasına göz yummuştu ama çöpün içi ona aitti, o kadarını paylaşamazdı. O da o günden beri çöp tenekesinin ganimetlerini Sırtlan'a bırakıyordu. Kentin her gün kendiyle yaptığı savaştan artakalan ganimetleri.


Toplama bitince bankındaki tahtına kuruluyordu. Her zamanki düzenine geçiyor, poşetlerini yerleştiriyor ve güneşin ensesine doğmasını bekliyordu. Güneşin ensesine dokunmasıyla beraber gülümsüyordu. Güneş ensesinden tüm vücuduna yayılıyor, damarlarını sımsıcak bir koku kaplıyordu. Başı yavaş yavaş öne düşüyor, gözü önce sol ayağındaki delik deşik çizmeye takılıyor, ardından üç çift çoraplı sağ ayağını geçirdiği hamam terliğinde öylece duruyordu. Sağ ayağına artık çorap dışında sadece hamam terliği sıkıştırabiliyordu. Artık ayaktan çok, sol ayağının iki katı büyüklüğünde bir kan torbasına benziyordu. Sağ ayağına bakınca askerlik, güneş sırtına vurunca da damatlık günleri aklına geliyordu.


Sabah güneşi sırtını sıvazlarken tıkırtılar duymaya başlıyordu. Kent yavaş yavaş uyanıyor, işe yetişmeye çalışanları son durağa kadar yolcu ediyordu.


Kimileri göz ucuyla ona bakıp geçiyor, kimileriyse sadaka vermeye kalkıyor; poşetlerinin yanına birkaç bozukluk bırakıyordu. Bırakılan bozukluklara dokunmuyordu. Onunla dalga geçmek için etrafını saran Roman çocuklarına bozukları işaret ediyor, yerden alıp kaçışlarını gülümseyerek seyrediyordu. Kimi çocuklar, bir süre sonra dalgayı bırakıp sırf bozukları aşırmak için yanına sokuluyor, işaret beklemeden bozukları avuçlayıp kaçıveriyordu.


Kimileri de yanına yemek bırakıyordu. Hiçbirine dokunmuyordu. Bazen köpeklerin önüne atıyor bazen de denize döküyordu. Sadece sigarayı geri çevirmiyordu. İkram edenin hayrını tamamlaması için elini siper ediyor, sigarayı tutuşturmasını bekliyordu. Sigara tutuşunca kana kana dumana asılıyor, ciğerlerinin küçük odalarında dolaşan dumanı denize doğru üflüyor ve her zamanki gibi gülümsüyordu. Herkes işine yetişip ortalık yatışınca arabaları kovalayan köpeklerin dürtmesi dışında çenesini göğsüne dayayarak sımsıcak bir uykuya dalıyordu.


Öğle arasına doğru önünden geçenlerin ayak seslerine uyanıyor, poşetlerinden çıkardıklarını atıştırıyordu. Öğle arası bitip yine el ayak çekilince uyuyor, mesai bitince uyanıyordu. Gün batımını seyrediyor ve son olarak akşamüstü yine tatlı bir uykuya dalıyordu.


Gecenin ayazı çökünce kavgacı köpekler, korkak kediler ve yolunu kaybeden sarhoşlar dışında kent meydanında hiçbir canlı kalmıyordu. Yalnız bazı geceler hızını alamayan esrarkeşler de meydana salça oluyordu. Bazen ona da bulaşıyorlardı, cevap vermeyince bir dolu sigara bırakıp çekip gidiyorlardı. Böyle üç kışı kent meydanında geçirmişti. Evden ayrıldığından beri kaç kış geçmiş, artık hatırlamıyordu ama karabatakları takip edeli üç kış olmuştu.


Üç kış önce, yani evden ayrıldığı bilmem kaçıncı kış mevsiminin bilmem hangi gecesinde banka yerleştiği üçüncü gece, meydandaki karakolun polisleri yanına gelmişti. Polislerden genç olanı kimlik sormuştu ama o, gülümseme dışında hiçbir tepki vermemişti. Gencin yanındaki polis küfür ede ede poşetleri yoklamış, ceketin birinden kimlik bulmuş, sorgulamayı yapmıştı. Sistemde bir türlü görünmüyordu, üçüncü defa denemiş ama yine de bir şey çıkmamıştı. Ekranın üzerine düşen damlaları fark edince sağanağın geleceğini anlamış, ekibiyle beraber karakolun yolunu tutmuştu. Genç polis, kimliği yanlışlıkla cebine atmış, yağmurun kaldırımlarda sektiği anda geri dönmüş, kimliği banka fırlatmış, sonra da karakola dönmüştü. Yağmur aralıksız bir buçuk saat kadar yağmış, oturduğu yer dışında her bir noktasını ıslatmıştı. Bir süre sonra daha fazla dayanamamış, poşetleri toparlayıp biraz yürümeye karar vermişti.


Eski caminin yanından geçerken sırtına sıcak bir hava dokunmuş gibi hissetmiş, avluya girmiş, sıcak havanın kaynağını aramıştı. Sıcak hava klimanın dışındaki pervaneden geliyordu. Caminin etrafını dolaşmış, kimsenin onu izlemediğine emin olduktan sonra camiye girmek istemişti. Kapıyı zorlamış ama kapı kilitlenmişti. Demek ki klimayı açık unutmuşlardı. Tekrar klimanın pervanesinin önüne geçmiş, ıslak kabanını çıkarıp pervanenin üzerine asmıştı. Poşetlerin içinde ıslanmadan sağ kalmayı başaran birkaç elbiseyi sırtına geçirmiş, sırtını da duvara yaslamıştı. Gözüne bir izmarit takılmış, sonra cami bahçesindeki tüm izmaritleri toplamıştı. Pervanede kuruttuktan sonra izmaritleri boy sırasına göre dizmiş, en uzunundan en kısasına kadar hepsinin canına okumuştu. Yağmur dinmişti. Kabanı kuruyunca bahçeden uzamış, tam kapıdan çıkacakken imama rastlamış, imam selam vermiş, o da kabul etmişti. Bir iki adım uzaklaştıktan sonra klima pervanesinin feryadı daha da yükselmişti.


Toplama çıkarma işleri bitmiş, camide olan biteni unutmuş, güneş doğmadan önce banktaki yerini almıştı. Gün ışığı ensesine vurur gibi olmuş ama bulutlar araya girmişti. Sonrasında tüm gün yağmur yağmıştı. Yerinden kımıldamaya hali yoktu, bir gece önce neredeyse tüm kenti dolaşmış, Sırtlan'dan artakalan çöpleri karıştırmıştı. Yağmur bir ara zembereğinden boşalmış, şehrin tüm tozunu toprağını sırtlamış, denize dökmüştü. O kadar yağmur yağmıştı ki karakoldaki genç bu kez dayanamayıp şemsiyeyle yanına koşturmuş, onu yaka paça binaya sokmuştu. O gün kente geldikten üç sene sonra ilk defa bir çatının altına girmişti. Aklı poşetlerindeydi, ikide bir poşetlerini sayıklıyordu. Genç de ikide bir poşetlerine sövüyordu.


Genç polis; onu, kazan dairesine indirmiş, kazanın kapağını açmış, karşısına oturtmuştu. Duvar kazandan çıkan alevlere boyanmıştı. Oturduğu yerden alevlerin dansını seyretmişti. Alevlerin dansı, ona terk ettiği evini anımsatmıştı. O, evini anımsarken, genç polis üzerindekileri çıkarmış, berberden kaptıkları askıya asmıştı. Gencin evden getirdiği kuru elbiseleri sırtına geçirmişlerdi. Saçlarına kolonya döktükten sonra kurulamışlar, patates çuvalı gibi kucaklayıp kentin tepesindeki yaşlı bakımevine bırakmışlardı.


Bakımevinde kayıt işlemleri yapılmış, o da hiçbir şeye itiraz etmeden odasına geçmişti. İki buçuk saat sonra bakıcı onu hamama sokmuş, baba yadigarı motorunu yıkar gibi yıkamıştı. Dört bir yanını tıraşladıktan sonra yatağına bırakmıştı. Üç sene aradan sonra yatağa uzanmış ama uyuyamamıştı. Evden kaçtığı günü anımsamaya çalışırken akşam yemeğine iteklenmişti. Akşam yemeğini yemiş sonra da bakıma muhtaçlarla televizyona bakmıştı. Uyku zamanı gelince herkes gibi odasına çekilmiş ama yine uyuyamamıştı. Pencereden kent merkezini seyretmişti. Aklına birden poşetleri gelmişti. Kapıdan bekçinin girdiğini ve kapıyı kilitlemediğini fark etmişti. Hemen toparlanmış, bekçi dönmeden bakımevini terk etmişti.


Banka ulaşana kadar gökyüzü yarı aydınlanmıştı. Poşetleri yerinde duruyordu ama su torbasına dönmüşlerdi. Poşetleri boşaltmış, kurumaları için yandaki banka sermişti. Oturduğu yer de birkaç tas su emmişti. Aldırmamış, bir iki poşet koyup yerleşmişti. Oturmasıyla güneşlenmesi bir olmuştu. Her zamanki gibi güneşlenmiş ve uykuya dalmıştı.


Bir saat uyuduktan sonra yine kentin gürültüsüne uyanmıştı. Göbeğinin üzerinde birleştirdiği avuçlarına, biri, yirmi lira sıkıştırmıştı. Ellerini çözdü, para yere düştü, parayı seyretti. Denizden ayaklarına ulaşan belli belirsiz hava, parayı sürüklüyordu. Derken bir avuç, yirmi lirayı kaptı. Kapmamış gibi yoluna devam etti. Ardından gitmek, parayı almak istedi ama dün gece tepedeki bakımevinden banka kadar yürümüş ve çok yorulmuştu. Gülümsedi, sonra da gözleri doldu.


Kent günlük mesaisini bitirdi; evli evinin, köylü köyünün yolunu tuttu. Yeni uyanmıştı, kalkıp biraz yürümek istedi ama kalkamadı. Sağ ayağına söz geçiremiyordu. Bu gece biraz dinlenelim bakalım, diye mırıldandı. Ama ertesi akşam da kalkamadı. Askerdeki doktoru anımsadı, sigarayı bırakmazsan sağ ayağın seni bırakacak, demişti. Demek sağ ayağıyla vedalaşma zamanı gelmişti. Teknelerin etrafını gözledi, bir iki tane karabatak usul usul dolaşıyordu.


İkinci cemre düştükten bir gün sonra sahilde sadece bir karabatak kalmıştı. Teknenin burnuna tünemiş, kanatlarını imbata vermiş, kurulanıyordu. O, her zamanki yerinde, bankın üzerinde oturmuş, gün batımını seyrediyordu. Güneş, karabatağın kanatlarının ardından bir görünüp bir kayboluyordu. Karabatak birden doğruldu, başını ona çevirdi, çimen yeşili gözlerini tikten sonra denize çentik ata ata havalandı. Ardından o da son bir gayretle ayağa kalktı, sağ ayak parmaklarından kan süzülüyordu. Poşetlerini toparladı. Sol elini alnına siper edip karabatağın ne yöne gittiğine baktı. Adalara uçtuğundan emin olduktan sonra kenti terk etti.