Yine o boş Almancı evinin önünde inmiştim. Aslında orasının bir ev olduğundan bile şüpheliyim. Çok saydam bir yapısı vardı. Duvarları camla kaplı gibiydi. İçerisi tüm çıplaklığıyla görülebiliyordu. İşlek bir caddenin kenarında tüm sessizliğiyle öylece duruyordu. Terk edilip terk edilmediğini de bilmiyordum. Benim için büyük bir merak konusuydu. Yine de herhangi birisine o evle ilgili soru sorduğumu hatırlamıyorum. Özkonak'ta küçük bir çocuğun merakını cezbedecek ona benzer çok fazla yapı görülebilirdi. Terk edilmek oradaki evlerin doğasında vardı. Çoğunlukla da hiçbirine dönüp tek bir bakış bile atılmazdı. Muhtemelen o saydam binanın da beklediği kimse yoktu. Özkonak evlerinin makûs talihine yenik düşmüş gibiydi. Servisten her zaman o evin önünde inerdim. Eve gitmek için geriye iki farklı yol seçeneğim ve yaklaşık 200 metre mesafem kalırdı. Okuldan dönüşteki o yol ve yolculuk... İleride bu zevkten mahrum kalacağımı bilmiyordum. Bilseydim her seferinde yolumu uzatırdım. Yollarda oyalanmaya devam ederdim. Sırt çantamı sürüye sürüye, ağır ağır eve giderdim.


Genelde saydam binanın önündeki yokuştan giderdim eve. O gün de orayı tercih ettim. Arabaların tercih ettiği bir yol değildi ama oldukça genişti. Yarısına kadar parke döşeliydi. Diğer yarısı yılın küçük bir bölümünde yeşil kalabilen yabani bitkilerle kaplıydı. O yokuş Özkonak'ın minicik bir yansıması gibiydi. Sapsarı, dikenli bitkililerle kaplı bir yoldu. Yokuşun bitişinde minik bir yeraltı mağarası vardı. Elbette yeraltı şehirleri kadar büyük değildi ama en az onlar kadar kullanışlıydı. Özkonak'ta ona benzer çok mağara vardı. Çoğunluğu doğal mağaralardı fakat bazı evlerin altında insan eliyle oyulmuş odalar da bulunurdu. Nedense Özkonak'la ilgili sadece bu detayları iç açıcı buluyorum. Beldenin coğrafyasının avantaj sunduğu yegane durum toprağının sağladığı ısı yalıtımı olabilir ki o mağaralarda vakit geçirmek insana belirgin bir rahatlama fırsatı sunuyordu. 


Yokuştan indikten sonra yeşil duvarlarıyla evimiz, dikkat çekici bir şekilde beliriverirdi. Eve kadar giden o düz yolda yürümek, TRT'nin saat iki buçuktan sonra başlayan çizgi film kuşağının hayalini kurmakla geçen bir süreçti. Yahut sadece önlüğümü ve çantamı bırakıp arkadaşlarımla oynayacağım oyunların hayalini kurardım. O yol ve evimizin görüntüsü, ilk anılarımın sureti niteliğindedir benim için. O zamanlar için bir şey ifade etmese de şimdi hayatımın başlangıç noktası sayabileceğim o yeri tekrar ziyaret etme fikri beni oldukça heyecanlandırıyor. Nedense bugün Özkonak'a tekrar gitsem o gün yürüdüğüm o yollarda yeniden yürüsem çocukluğumun ruhu tekrar canlanacak ve ben içimde kaybolup gitmiş o hisleri yeniden yaşayacakmış gibi hissediyorum. Böyle olmasını arzuluyorum. En önemlisi hisler... Zira çocukluğun en büyülü özelliği bitmek bilmeyen heyecanlarının olmasıdır. Yolun henüz başındasın ve her şey senin için yeni... Bitmek bilmeyen merak, heyecan ve deneyim... Bugün deneyimleyecek ve kendisini heyecanlandıracak pek bir şeyi kalmamış birisi olarak o duyguları yeniden yaşamak için her şeyimi verirdim. O artık nostalji olsun diyerek izlediğim ve bana o duyguları yaşatmaktan aciz çizgi filmleri yine aynı zevkle izlemek için bugün sahip olduğum her şeyi verirdim.


Heyecanlardan bahsettim. O gün de heyecanlıydım. Ama bu kez farklı bir sebebim vardı. Daha önce hiç tatmadığım bir duyguyu ilk kez idrak edecektim. Servisten o saydam binanın önünde indiğim andan itibaren eve kadar koştuğum sürenin kısalığı beni bugün bile şaşırtıyor. Bir daha eve o denli hızlı koşmadım. Çünkü bir daha beni o günkü kadar heyecanlandıracak bir şey yaşamadım. Aynı hisleri yaşamak için herhalde bugünden sonra da bir sebebim olmayacak. Evin merdivenlerini de ışık hızında çıktım. Kapı açıldığında o günden sonraki günlerde de yapacağım gibi çantamı salona attım. Yatak odasına girdim ve annemi yatar halde buldum. Yandaki tahta beşiği işaret etti. Kocaman bir beşik... Hayret ve heyecanla beşikte yatan o küçük şeye baktım. Çocukluğuma dair birçok şeyi siyah beyaz ve bulanık hatırlasam da o anın heyecanı ve mutluluğu benim için hala çok canlıdır. 


Söylemeyi unutmuşum, o gün benim okul hayatımın ilk günüydü. Kız kardeşimin doğumuyla birlikte çifte heyecan yaşadığımı söyleyemem. Sanki o yaştan itibaren okulun benim gitmeyi tercih ettiğim bir yer olmadığını biliyormuş gibiydim. Bu bir ritüeldi ve yaşı gelen herkes yılın dokuz ayını geçireceği o yere kaydını yaptırıyordu. Benim de kaydımı yaptırmışlardı. Ve buna boyun eğmek mecburiyetindeydim. Yine de bu söylediklerimden okuldan nefret ettiğim sonucunun çıkmasını istemem. Takdir edilmeye bayılan benim için okul bulunmaz bir nimetti. İyi bir öğrenci olmamın nedeni de yaptıklarım için takdir edilmek oldu. "Aferin!" benim için hep sihirli bir sözcük olmuştur. İlk öğretmenim de bu sözü söylemekten hiç kaçınmayan birisiydi. Emine öğretmenim... Daha sıra dışı çok az öğretmen vardır, bundan eminim. Sınıf öğretmenimizdi, okumayı, yazmayı, saymayı vb. basit şeyleri öğretti ama kendisi hiç basit bir öğretmen değildi. Beş dil biliyordu. Bu beş dilin içinde Japonca da vardı. Böylesine donanımlı bir insanın nasıl bizim gibi veletlerle meşgul olabildiğini hala anlamıyorum. Belki anlamak da gerekmiyordur. Neticede bize okulu sevdiren mükemmel bir öğretmendi. Özellikle ilk karşılaşmamızı hiç unutmuyorum: Resim yapmayı okul öncesi zamanlarda da çok severdim. 

Devan edecek...