Haftaya salı iki günlüğüne seminer için Antalya’ya gidecektik, hazırlıklarımı yapmıştım. Arkadaşlarımla Antalya’ya vardık, seminere katıldık. Daha sonra beraber biraz gezelim dediler. Denize yakın hoş bir yerde oturup bir şeyler içiyorduk ki birden,” İyi ki doğdun Cavidan, iyi ki doğdun Cavidan.” sesleri yükseliyor, mumları yakılı pasta önümde benim üflememi bekliyorlardı. Gözlerimi kapadım ve annemle sağlıklı bir yaşam diledim. O sırada Gökhan, Elif, Göksel bana hediyelerini verdiler. Hediyeleri açıyordum Göksel güzel mor bir fular ve Elif bir krem rengi çok güzel bir kazak almış. Gökhan’ın hediyesini açarken aldığı kolyeyi hayretle incelemeye başladım arka tarafındaki “ş” harfini görünce gözlerim doldu ve ağlamaya başladım. Hepsi bana bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Böylece bu gece hayatıma dair geçmişimde bilmedikleri bir yaşantıya kapı aralıyorlardı…
Antalya da tüm iç sıkıntılarımdan kurtulabildiğim bir bahçemiz vardı. Bu bahçe, herkes den çok dinlerdi beni. Kucaklar, alabildiğince içine çekerdi. Pencerelerden sıyrılıp gittiğim de kazandığım bir zafer oluyordu. Gözlerimi yıkardı ve inceltirdi ruhumu yapraklarda. Ama tutunduğum incelikler bile yetmiyor gibi geliyordu artık. Çok sevgili babam Fahri Bey’ in alkolikliğine dayanamıyordum. Ve annemin sürekli söylenmesine, sızlanmasına artık midem bulanıyordu. Sadece siz bir evlat kaybetmediniz diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Günlerin, ayların nasıl aktığından bir haber yaşayıp gidiyordum sadece. Anlamak yoruyor, anlamak eziyordu ruhumu. Acımı daha da çoğaltıyorlardı. Birini günbegün tüketen alkol, diğerinin omurgasını içinden çekip dik durma olanağı sağlamıyordu. İkinci bir yitip gidenin önemi yoktu sanki.
“Sen gittikten sonra kardeşim koca çınarlar koptu topraktan, asırlardır süren insan yalnızlığı daha da yalnızlaştı. Gözlerim, seni toprağa koyarkenki derinlik gibi yüzümde saklanıp durdu. Sıcak yatağından sıyrılıp bir mermere uzanan bedenini ve kapanıp öylece kalan gözlerini hayretle izledim. Sular akarken bedeninden, anladım ki bir su gibi sana bakan gözlerim, dokunan ellerim, sesim vücuduna değip akıp gidiyor. Bana korkunç bir yoksulluk bıraktın.”
Bir gün yine Fahri Bey eve gelir, ayakkabılarını fırlatıp içeri girer. Ağzı, üstü başı leş gibi alkol kokuyordur. Hiçbir şey umurunda değil, ne gelen faturalar, borçlar, ne annem ne ben. Terzide aldığım birkaç kuruşla ödediğim faturalar gibi buruşturup kenara atmasaydı babam beni. Güzel bir aileye inanabilirdim. Ve bana evlenecek birini bulmuş… Hakaretleri, yaptıkları, sorumsuzlukları, annemi bir sinek gibi ezişi avuçlarında… Her şeye göz yuman ben, artık tüm bu ruhumu çekip alan yerde durmak istemiyordum. O gün camların kırılışından çok değildi babamın kırılışı bana. Benim kırılışım az değildi kırılan vazodan. Solgun çiçeklerin, küçülen cam parçalarıyla karışması gibiydik babamla.
Ellerini uzatıp, donuk vücudumdaki ateş gibi sıcacık kolyemi çekip “Şimdi defol git, benden ve bizden hiçbir şey olmasın sende…” demişti.
Bunu söylerken gözlerinin derinlikleri dolu doluyken bir yandan çekip gidemeyeceğimi içten içe düşünüp ağzına gelen her şeyi söylüyordu bana. Hayatın tüm zorluklarına bu evde katlanan ben, başka hiçbir şeyin beni bu kadar zorlamayacağına inanıyordum. Ayaklarım titriyordu, hızlanıyordu ve kapıya vardığında son kez acılı gözlerimi çevirip gözlerine bakıp babamın…
“Sakın bir daha beni aramayın.” deyip kapıyı hiç açılmayacak gibi kapatıyordum. Ayaklarımın hızla koptuğu bu bahçeyi içime kazıyor. Altında oturduğum armut ağacına hoşça kal bile demeden çekip gidiyordum… Kız kardeşim Şule’yi çok erken kaybettim ve bu yarayı kelimelerle anlatmak çok zor. Dünyaya eski gözlerimle bakamıyordum. Her şey benim için bu kadar zorken şefkatli bir ele, yaramı saran bir aileye ihtiyacım vardı. Ama olmuyordu. Çok denedim yeniden birleşebilmeyi, yeniden aynı kalabilmeyi ama nasıl aynı kalınır ki? Bu acıyı hepimiz yaşadık, farklı şekillerde belki ama yaşadık. Annem her geçen gün bir kelime kaybediyordu sanki dağarcığından ve konuşmamız toplam on cümleyi aşamıyordu. İçime işleyen acı beni savuruyordu ama anlatacak ağlayacak kimse yoktu… İnsanın yuva dediği olmamalıydı dört duvardan ibaret. Ve böylece kazandığım sınav yerim Muğla’ya gitmiştim, bir iş bulmuştum. Hem okumuş hem çalışmıştım.
İlk yılımda annem bir kez aramıştı Ağlak sesiyle
“Kızım nasılsın?” derken bana karşı duyduğu utanç mesafeleri katedip boynuma sarılıyordu.
“İyiyim.” diyordum.
“Kızım, bir şeye ihtiyacın var mı?” deyince içimdeki küller harlanıyor, öfkeleniyordum.
“Şimdimi aklına geldi?”
“Kızım ben ne yapayım? beni de anla.”Sen beni anlasaydın keşke.” diyordum.
Sonra, “Neyse, o adam ne yapıyor?”
“İçip duruyor kızım, ne yapsın?”
“Anne, sen de buraya gel. Sana bakarım, sen o adamın yanında durma.”
“Nasıl durmam kızım, ben orada ne yaparım?”
“Tamam, benim dersim var, kapatıyorum.”
“Cavidan, kendine dikkat et kızım.”
Dört yıl boyunca ara ara arayan annem kendince içini bir nevi rahatlatma seansları gerçekleştirirken benim ne zorluklarla baş ettiğimden habersizce babamla yaşayıp gidiyordu, buna yaşamak denir miydi? bilmiyorum tabii.
Yıllar su gibi akıp gitmişti ve mezun olmuştum. Benim için zorlu geçen bu sürecin sonunda bir klinikte çalışmaya başlamıştım. Birgün telefonum çalmıştı, Annem arıyordu. Ağlayarak “Cavidan kızım, Baban öldü, Baban öldü Cavidan…’’
Memlekete gitmiştim. Borcu varmış, bıçaklamışlar, kan kaybından gitmiş babam. İşyerinden izin istemiştim. Aradan kırk gün geçmişti, pencereden bahçeye öylece bakarken ellerim kolyeyi birden anımsadı. Anneme sordum: “Şule’nin kolyesi nerede anne?”
“Baban, ölmeden bir ay önce borcu için kuyumcuda onu da bozdu kızım.” dedi, ağlamaya başladı. Ben de ağladım…
Baba, neden bana arkanda bir öfke bıraktın? Neden seni affetmeme izin vermiyorsun? Neden yokluğun da varlığın da böyle kemiklerime kadar canımı acıtıyor diye içimde kendimle konuşuyordum. Çünkü biliyordum. Annem bu kelimeleri yüklenemezdi. Ve babam gidişiyle beni başka birçok şeyden de mahrum etmişti, böylece birçok şeyin boşluğunu en derinlerime kadar hissedip kahroluyordum. Yıllardır geceleri yattığımda bütün korkularımdan kaçıp göğsümde taşıdığım o kolyenin inanılmaz boşluğunu hissediyordum. Yaşamımdaki doluluğu bir nesneyle bağdaştırıyordum. Bir insan yokluğuyla eş değerdi bu nesnenin yokluğu. Onunla kurduğum bu duygusal bağ babam sebebiyle koparılmıştı. Bu kolye beni sıcak tutan, hayata karşı soğukluğumu kıran tek şeydi. Kolyenin benden ayrılışına son vermek için kuyumcuya gittim.
“Merhaba Hüseyin abi, bir kolye vardı. Babam sana getirmiş sanırım, bu da fotoğrafı.”
“Evet hatırladım Cavidan. Getirdi, bayağı da durdu burada ama vefat etmeden önce parasını verdim ben ona.” dedi.
“Kimde abi? Neyse ederi daha fazla veririm, yeter ki sen söyle.”
“Vallahi buralı değildi Cavidan, kusura bakma.”
Annemi alıp Muğla’ya geçmiş, yaklaşık üç ay sonra başka bir işe başlamıştım. Birkaç aya annem de ben de daha toparlamıştık. Aylar geçtikçe anlıyordum ki belki benim aradığım kolye değildi, Şule’ydi. Şule’yi hissediyordum o kolye boynumdayken, babama öfkem de büyüyordu böylece. Ama yıllar geçtikçe anladım ki bazı kayıpları kabul etmeliyiz, bazı insanları da affetmeliyiz. Her şeyi zamanın akışına bırakmalı ve sabrederek beklemeliyiz. Babamın da Şule’nin de gidişini kabul ettim fakat babama olan öfkem eskisi kadar olmasa da hala var. Hayat bize bir şeyleri öğretmek için farklı şeyleri tecrübe etmemize sebep oluyor. Şimdilerde annemi daha da mutlu görmek beni mutlu ediyor ve hayatta birbirimizden başka kimsemizin olmadığını bilmek beni ona daha sarıp sarmalıyor. Ve bugünse Antalya’da bu duygusal ana şahit olan arkadaşlarıma bu benim acı tatlı anımı anlatıp Mevlana’nın bir sözünü hatırlatıyordum:
Üzülme! Kaybettiğin her şey başka bir surette bir gün mutlaka geri döner.
Teşekkürler dünya.
Zilan Çevik
2023-01-29T12:15:54+03:00Çok sevindim, teşekkür ederim 🌷
Mısra Ergök
2023-01-29T11:52:37+03:00İlgiyle okudum. Hüzünlü, güzel bir öykü