Dikişleri atmış ayakkabımı yine alelacele giymeye çalıştığım bir güne uyanmıştım. Her defasında zihnimi allak bullak eden bağcıkları bağlamak zorundaydım. Onca uğraştan sonra ayaklarım birbirine bağlanmış vaziyette annemin yanına yalpalayarak gittim.

- Anne, dedim. Ne oldu bu?

- Düğüm olmuş, dedi annem. Hatta kördüğüm.

Sonra mektebin yolunu tuttum işte. Dağlar tepeleri, köpekler kedileri kovalarken ve imam, sela okurken minarenin en tepesinde

cumanın bereketiyle -annem böyle derdi hep- mektebin yolunu tutmuştum işte. Öğretmen anlatıyor, ben ise cankulağıyla hiçbir şeyi düşünmeden onu dinliyordum. Dalmıştım. Şu küçücük kasabada bir şeyler öğrenmenin hayretiyle sevinirken dalmıştım. Bir kedi geldi, ayaklarıma dolandı. Öyle kendime geldim. Herkesin sesi çok gür çıkıyordu. Sanki birileri birileriyle yarışıyor gibiydi. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken öğretmen bana yöneldi;

-  Peki ya sence, sence baba olmak güzel bir şey midir?

Durdum. Sağa döndüm, sola döndüm.

-  Ben bilmem ki, dedim.

 Herkes gülmüştü bana. Sonra anladım ki herkes sorudan kaçıp kendi babalarını kıyaslamaya başlamıştı bile. O sebeptendi bunca gürültü. Ben kaçamadım ama. Kaçmadım. Bilmediğim bir şeyi anlatamadım. Annem büyüttü beni. Sobanın yanında, yine sobada kaynattığı suyla annem yıkadı beni. O okuttu beni. O baharı getirdi bana her sabah. Uyandığımda onu ya kaybedersem ya bulamazsam korkusuyla geceleri hep onunla uyudum. Çünkü bir gün uyandığımda göremediğim biri olmuştu hayatımda. Ben annemin oğluyum diyerek çıktım mektep kapısından. İçimde yoğun bir ihtirasla eve koşuyordum. Nefes almadan, hınca hınç. Bu sefer sanki ben dağları, sanki ben köpekleri kovalıyordum. Sanki dünyada bir tek ben kalmıştım. Öyle korkaktı solgun yüzüm. Sonra durdum. Sağa döndüm, sola döndüm. Huy olmuştu bende bu. Bulduğum yere oturdum. Nereye gidiyordum, ne yapacaktım? İçimdeki bu hissin sebebi neydi? Uzunca bir süre düşündüm. Bir fikir girdi bitap düşmüş bedenime. O fikir ki ufak benliğimi aydınlatmıştı. Anladım. Ağladım.

Ben henüz büyümemiştim aslında, yaşım iki elin parmaklarını geçmez. Babasının terk ettiği bir çocuk olarak, annemin belinin kamburunda büyürken ve tam o an tüm hudutlarımı aşarak dedim ki yeniden “Ben annemin oğluyum.”

Babam öldü demek kolaydır her zaman. Bir babanın yaşarken ölmesidir acımasız, acı verici olan. Sonra hiç düşünmeden çantamdaki tüm kalemlerimi çıkartarak yüzümü, kollarımı, ayaklarımı ve bacaklarımı boyamaya başlamıştım. Babamdan bana kalan yaralarımı onarmaya çalışıyordum fikrimce. Her yerim rengarenk olmuştu. Kuş kadar hafif hissediyordum artık kendimi. Yok gibiydi her şey. Zihnime, bir baba hayal et diye fısıldadım. Fısıldamıştım aslında ama zonkladı beynim. Yere durmadan bir şeyler çizmeye başlamıştım. Çok renkliydi her yer. Hiç olmadığı kadar. Çok sesli bir yalnızlıktı bu. Kendi kendimi yeşertmeye, annemin gülünce çıkan gamzesini yaşatmaya yemin etmiştim. Her yer çok renkliydi basmaya kıyamadım.

-  Evet, dedim. Bir baba hayal ettim işte! Çizmiştim ama annemi ve kucağındaki beni.

Yine soluk soluğa, boğulurcasına eve koştum. Annem benim bu hâlimi görünce hayrete kapılmıştı. Kadını yakasından paçasından çekiştirmeye başladım. İyice telaşlanmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlayamamış vaziyetteydi, çok korkmuştu. Ben ise hiç olmadığım kadar mutlu hissediyordum kendimi. Onu resmi yaptığım yere getirmiştim.

-  Anne bak! Nasıl olmuş, dedim. O resme bakınca konuşmasına fırsat vermeden;

-   Çözer misin düğümümü, dedim.


Kördüğümümü.