Eğer bir kelebek kozası gibi etrafını katmanlarla sarıp sarmalayabilirsen yaşarsın belki, yaşamaya değecek bir şeylerin varsa da yaşarsın, kurduğun hayallerine inanıyorsan da yaşarsın ama bunların hepsi belki üç günlük bir mutluluğu verebilir sana çünkü kötülük bir mikrop gibi hissettirmeden işledi çoğu şeyin içine görmediğin zaman yok sanıyorsun işte, tıpkı kanına karışan çaresiz bir hastalık gibi, seni yok edip sarsana kadar hissetmiyorsun başına ne geldiğini. Zaten varlığıyla mutlu olamadığın bir şeylerin yokluğu seni ne derece üzebilir? Yani bu dünya ne kadar iyi olursa olsun içinde bir mutluluk hissi ne kadar kalıcı oluyor, yolda tanımadığın bir insana cesurca gülümseye biliyor muyum mesela?
Ben çoğu zaman neden yaşadığıma anlam veremiyorum; bunca kan, bunca acı, bunca insansız vücut. Dünya artık bir veda hikayesi yazıyor gibi; savaşlar, kanlar, ölen çocuklar, bu çığlıkları duymayanlar… Kürenin bir ucu soğuk, bir ucu sıcak denecek kadar uzak artık birbirine; tanımak anlamak istemiyoruz kimseyi çünkü bize dokunmayan bin yaşasındı, başımıza gelmeden çoğu şey bizi neden ilgilendirsindi, bu düşüncenin peşinde sürükleniyoruz ne zamandır bilmiyorum, belki varoluşumuzla ilgilidir, belki içimizdeki hayvani duygular başkasının acısını izledikçe tatmin oluyordur, yazılacak birçok felsefi yaklaşım bulunabilir ama sorun bu değil, dedim ya, sürükleniyoruz, sürüklenirken her toprak parçasında bir uzvumuzu bırakıyoruz, sevemiyoruz kimseyi, kimselere güvenemiyoruz, kapılara kilit üzerine kilit asıyoruz… Aslında biz var olabilmek için önce kendimizi yok ediyoruz, farkında olmadan, çoğu şeyleri uzaktan izlerken, hiçbir tepki vermeden. Suçlu kimdi, neden böyle olmuştuk, annelerimiz hepimizi uyumadan önce öpmediği için mi, babalarımız bizlere masal okumadığı için mi, düştüğümüzde yaralarımızdan kimse öpmediği için mi? Ne saçma sorular değil mi? Ama değil… Çünkü cevabı evet… Başımız okşanmadığı için, yaralarımız öpülmediği için, aşık olamadığımız için, güvenemediğimiz için…sevgi diye bir şey içimizde yer etmediği için bu kadar kötüyüz, biz kötü oldukça dünyaya akıttıklarımızla onu da kötü ettik, nefret yükledik her şeye, acı ekledik, bir şeyler bizim olsun diye öldürmekten korkmaz olduk, korkamaz olduk. İnandığım bir şey var: küçülüyoruz… Küçüldükçe kendi dünyamızı yaratmaya çalışıyoruz, korunaklı bir yerler bulup kendimize çıkmıyoruz içinden, kendi dünyamızın içi gerçek dünyadan daha güzel daha sevgi dolu, daha umut vadeden. Kendi fanusumuz içinde yaşarsak güzel bir dünya evet tüm kötülüklere rağmen.
Sonra o dünyada belirsiz sabahlara uyanıp, tavanlarına bakıyoruz olmayan evrenin. Ellerimi hatırlayamıyorum mesela, gülümsemiyorum çoğu insan gibi ama mutluyum diyorum, güvendeyim, güvendeyiz, kimse zarar veremez bize. Karmakarışık duygularla uyuduğumuz o yataklardan kalkamıyoruz, milyon tane renk var mesela dünyada ama bizim camdan dünyamızda o renklerin gölgesi bile yok. O kötü dünyanın içinde daha iyi yaşayabilmek için hislerimizi bağışlıyoruz lağım çukurlarına. Ayaklarımız değmiyor yeryüzüne, aynalara bakıyoruz “tam karşısında olduğun bir şeyi nasıl görmez insan?” Dokunabildiği, hissedebildiği bir şeyi göremiyoruz, göremiyorum… Öyle kitledik ki kendimizi, eriyip azalıyoruz, hepsi iyi yaşayabilmek için ya da sadece yaşayabilmek için.
Bir çiçeği camın kenarına yerleştiremeyecek kadar yaşamıyoruz artık, bir hayvana bir kap su koyamayacak kadar yokuz. İnsan ölümlerine alışmış hatta bir ölüm haberi gelmediği için şaşırır duruma düşmüş içimiz. Suçlu aramak değiştirmiyor ki hiçbir şeyi, ateşe atılmış bir parçayı ne kadar kurtarabilirsin? Ateşi söndürsen bile geri dönmez giden, elimizden kayıp giden bir gelecek var; belki eski, belki yorgun, belki çürümüş. Uzak kalarak iyi edemeyiz bir şeyleri, ben iyi edemiyorum, bazen kendimi bile sevemiyorum, oturuyorum kendimle karşı karşıya, dokunuyorum kendi ellerime, vazgeçme diyorum, iyi olacak her şey diyorum, bu siyah gökyüzü açılacak, daha çok umut et, daha çok hayal kur, daha çok sev… Sonra karşımda oturan ben yapıştırıyor tokadı suratıma, “Aptalsın.” diyor “Kendine gel artık, kurtarılacak hiçbir yanı kalmadı bu yeryüzünün. Öleceğimiz günü beklemekten başka bir şey kalmadı, hatta onu bile beklemeye gerek yok, doldur küveti ve bir daha çıkma.” Çıkma…
Kendimle savaşmaktan, kendimizle savaşmaktan sıra gelmiyor iyi şeyler düşünmeye. Bir çiçek yetiştirir gibi olmalı insan yetiştirmek de, güneşe çıkartmalı, yüzü hissetmeli sıcaklığı, rüzgâr değebilmeli tenine, kendi ininde yok olmaya terk edilmemeli. Bir bahçenin güzel olması için daha başka bir bahçe aranmamalı, daha çok çiçek ekmeli toprağa; daha renkli, daha güzel çiçekler. İyi bir dünyada yaşayabilmek de bunun gibi, ne kadar mümkün böyle yaşamak bilmiyorum ama dünya ne kadar kötüyse umut etmek o kadar “iyi.” Kendime karşı umudumu kaybetmemem için yaşamayı bilmem gerekiyor, yaşayabilmem için de fanusumdan çıkmam gerekiyor, biliyorum ki fanusumdan çıkarsam daha gerçek olur yaşadıklarım, daha değiştirilebilir olur her şey. Bir yıkıntıda açabilen çiçek gibi tüm imkânsızlıklara rağmen başını gökyüzüne çevirebilmek…