O sabah her zamankinden biraz geç uyandı Kral. Keskin kulaklarını tırmalayan gürültüler olmamıştı. Çok nadirdi böyle deliksiz uykular onun için. Zira her yaklaşan adım sesi, yakından gelen tahrik edici kokular uykusunu bölebilirdi. Dinginlikle açtı göz kapaklarını güne. Yine herkes çoktan kalkmıştı. Tekerlekler dönmeye, simit tepsileri fırınlara sürülmeye, belediye işçileri sokakları süpürmeye başlamıştı. Uykulu çocuklar sıcak yataklarından çıkıp geri adımlarla okula gidiyorlardı. Herkes, her gün olduğu gibi tanıdık bir kargaşaya günaydın demişti. Herkes işlevsel bir olguydu onun için. İşine geldikleri kadar vardılar. Zaten ötesini düşünecek hali de yoktu. Hafiften silkindi. Yağmur yağmıştı. Yattığı kartonun kenarları ıslanmıştı. Önemsemeden bir süre geçişi izledi. Kapüşonlu bir adam kulaklığında zihnini susturucu etkiye sahip şeyler dinleyerek geçti önce. Tempolu adımlarla, elleri ceplerinde. Beyaz spor ayakkabıları, çamurlu kaldırımlarda masumiyetini yitirecek kadar kirlenmişti. Yanlış seçim diye düşünmedi Kral, boş verdi.
Uzun pardösülü, yüzü gözü kalın atkıyla sarılı bir kadın, bir çocuğun ellerini çekiştirerek karşı kaldırıma geçti. Geçen arabalara aldırmadan, biraz da sinirlenerek bu fazlalığa. Yalnızca gözleri yürüyordu sokakta. Küçük çocuk pastane vitrinlerine bakıyordu. Kral da severdi bunu. Kalın beyaz kreması, kendisine iyice şişkinlik katan çikolatalı bir alman pastasını işaret etti çocuğun kızarık baş parmağı. Çatıldı iki göz. Parmağını burnuna soktu çocuk. Olurdu öyle, üzülmedi Kral.
İşte köşedeki pizzacıdan kokular gelmeye başlamıştı. Birazdan kalkıp giderdi. Uyanır uyanmaz pek iştahı olmazdı. İki kolunu boynunun altına altı. Biraz da öyle yattı. Bir adam, hiç acelesi yokmuş gibi sallanarak yürüyordu. Önüne baktığı söylenemezdi. Kral’a göre pek bir yere baktığı da söylenemezdi. Hantal vücudunda hareket eden yalnızca çenesiydi. Bir şeyler öğütüyordu. Kral’ı görünce durdu. Şöyle bir elini uzatacak gibi oldu vazgeçti. İki bisküvi parçası attı önüne. İyi bir film izleyicisinin gördüğünde “Ey dünya ne kadar yalnızsın, ben de senin kadar yalnızım. Al sana bisküvi” sahnesini aklına getirebileceği bir andı. Tabi bunu anlamazdı Kral. Adam da zaten Angelopoulos’u tanımazdı bile. Yürümeye devam etti. Bisküviye baktı Kral. Kendini kaldırmadan boynunu uzatıp aldı. Şöyle iki katırdattı, yuttu. Kremasız bisküvilerden pek hoşlanmazdı. Hoşlanmadı.
Madem midesi çalışmaya başlamıştı bir şeyler daha yese iyi olurdu. Ağır ağır kalktı. İki dükkan yandaki Boşnak börekçisinin önünde durdu. Öyle kapıları zorlayıp, kimseyi rahatsız etmek gibi bir huyu yoktu. Müşterileri de etmezdi. Masalara belli bir mesafede yaklaşır, öylece dururdu. Sakin ve istemli bakışlarının gayet anlaşılabilir olduğunu düşünürdü. Haydutluğun lüzumu yoktu. Bu yüzden Kral olarak bilinirdi mahallede. Ruhunun emareleri asaletini ifşa eder, dandik bir taca gereksinim duymazdı. Olsaydı da takamazdı zaten, hareketli başından hemen düşerdi. Şükür ki bu mağrur duruşun alt mesajını okuyabilen insanlar vardı. Fazla beklemeden önüne birkaç parça kıymalı börek atılırdı. Bol soğanlı kıymanın, yağlı hamurun tadını çıkara çıkara, yanaklarını yalaya yalaya böreğini yerdi. Yemek dediğin buydu işte ona göre. Damak tadı mühimdi. Rafine zevkleri olan biriydi. Kremasız bisküvi vizyonsuzluğu katlanılır şey değildi.
Biraz gezindi. Aylaklığın belli edilmeyen halini severdi. Yani “Kral aylak köpek” dedirtmeden kendine, gizli aylaklık taktiklerini bilirdi. Marketin çöp kovasının önüne dolmuş yağmur birikintisinden su içti.
Dokuz yaşlarında kırmızı burunlu, okul çantalı bir çocuk biraz duraksadı ötesinde. Karşı kaldırıma geçti. Karşı kaldırımdan, bakışları Kralın üstünde temkinli ve hızlı adımlarla yürüdü. Gitti. Örselenmedi Kral, korku normaldi.
Sonra üstü şeffaf muşambayla çevrili, motosiklete benzeyen ama araba gibi de olan küçük bir araç durdu önünde. İçinden bir kadın indi. Elinde büyük bir torbayla, kapalı çöp konteynırlarının yanına gitti. Muşambanın üstüne düşen yağmur damlalarının arkasından, üşümüş iki çocuk yüzü ilgiyle ona bakıyordu. Kendisine bakan yüzlere tanıdık gözlerle baktı Kral. Uzunca bir bakışma faslından sonra çocuklar gülüşmeye başladılar. Kral sakince durmuş onları izliyordu. Biraz sonra anneleri geldi. Yarısı dolmuş torbasıyla direksiyonun başına geçti. Motor çalışınca çocuklardan biri dil çıkardı. Diğeri nah çekti Kral’a. Kahkahalarla güldüler. Kömür kokusuyla islenmiş sokakta, yağmurun altında dışarıyı izleyerek gittiler.
Lise talebesi oldukları anlaşılan 15-16 yaşlarındaki üç çocuk acemice içtikleri sigaralarıyla sulara basarak yürüyorlardı. Kral biraz arkalarından yürüdü. İçlerinden biri durup elini kaldırdı. “bas git lan” dedi Kral’a. Kral bekledi biraz. Sonra geri döndü. Her sabah markete mal getiren toptancı, aracından kutuları indirirken “günaydın” dedi. “neğaber oğlum”. Adamın Sadri Alışık’ın tetrisatından geçtiğini anlamadı Kral. Yürüdü geçti yanından.
Okul vaktiydi. Arabalar, okul servisleri, otobüsler, sabah siparişlerini yetiştiren motosikletler caddeleri doldurmuştu. Yoğunluğun olduğu saatlerde pek kalabalığa karışmazdı Kral. Alt mahallelere iner, sakin parke taşlı yollarda yürürdü. İşte gizli aylaklık ettiği zamanlar bunlardı. Herkesin kendi telaşesinden başkasının ne yaptığının farkında olmadığı saatler. Cami bahçesini severdi. Yaz sıcağında uyunacak en iyi ağaç altları buradaydı. Kalın gövdeli çınar ağaçları, heybetli dalları en serin gölgelere kucak açmış meşeler. Camiye gelip gidenler de birkaç parça simit, ekmek verirlerdi Kral’a. Suyu da, her daim gürül gürül akan şadırvanda içerdi. Cuma vakitleri pek uğramazdı yalnızca. Ne kadar Kraldıysa da kalabalık meclisleri sevmezdi. Sakin bir mutlakiyettenyanaydı. Tabi bu hisse, tecrübeyle vakıf olmuştu. Canı hep kalabalık içindeyken yanmıştı. Tedbirin, önsezinin pek işe yaramadığı zamanlardı bunlar. Birileri geçip gitse, birileri durur tekme atar, taş atar, sopayla itelerdi. Keşke umarsızca geçip gitseler diye düşünmezdi Kral. Yabancılaşmayı bilmezdi. Acımayı da. Kendine acısaydı belki her şey başka türlü olabilirdi. En başta düzenini yok ederdi mesela. Zamanla huzursuzluğu peşine takarak, krallıktan berduşluğa geçiş yapabilirdi. Şükür ki öyle değildi. Her darbe onda yeni bir refleks oluşturdu sadece. Tek başınalığın, köpek ruhuna bahşettiği altın bileziklerdi bunlar. Yaşamı olması gerektiği gibi yaşadığından habersiz, bir yaşama içgüdüsüydü onunkisi.
İkindiye yakın yerine döndü. Yağmur devam ediyordu. Biri kartonunu biraz daha saçağın altına çekmişti. Uzandı. Gerinip esnedi. Hemen arkadaki kahvehaneden müzik sesleri geliyordu. Şarkıyı söyleyen “ne de haklıymış meğer aşk uğruna yalanlar” diyordu. Sigara dumanları, iç çekişler, küfürler, bardağı karıştıran çay kaşığı sesleri… Anlamazdı bunları Kral. Hoparlör sesi çınladı, ikindi ezanı başladı. Tavla sesleri uzaklaştı, adımlar yavaşladı, Ferdi Tayfur sustu. Gidenler, dönenler, korna sesleri, trafik ışıkları, çamurlu ayakkabılar, topuklu ayakkabılar, tekmeler, pizza dilimleri, adımlar, teker teker çekildi kaldırımdan. Zaman buğulu, yumuşak bir kıvam aldı. Hayatın ve insanın arabeskinden uzak, derin bir uykuya daldı Kral.