“Bu gördüğünüz dağlar kentin dört bir yanını çevreler. Sık ağaçların birbiri ardına dizildiğini görürsünüz önce. İçlerine dalmadan, oraya bir yolunuz düşmeden neler olduğunu anlayamazsınız. Zaten yolunuz buralara bile isteye düşemez. Bir insanı kolayca yutabilecek denli heybetli çam ağaçlarıyla, sisin alçalarak gözü aldattığı patikalarla ve çoğu insanın bahsettiği o varlıklarla doludur orman. Kimsenin göremediği, görenlerin bir daha zikretmediği varlıklardır bunlar. Yine de onlarsız kent savunmasız gibi olur. Onlar olmazsa ilerideki caddelerin çoğunda başıboş dolanan eksikler görebilirsiniz. Eksiklik olmadan bütünlük tamamlanamaz. Bütünlük için de eksiğin eksilmesi gerekir. Bu bir döngüdür, şehir böylece nüfusunu dengeler.


Buraya, bu şehre gelebilmeniz için ilk kural insan olduğunuz gerçeğini kabullenmek. İkinci kural kendiliğinizin olanca gerçekliğini onaylamak ve eksikliğinizi biriktirmek, üçüncü kural dövüş kulübünden kimseye bahsetmeyin. Ya da bahsedin, konumuz o değil ayrıca üçüncü kuralı da kim yazdı buraya? Yine bir hata olmuş. Neyse, eksikleri gördüğünüzde ise çoktan onlardan biri olmuşsunuz demektir. Çünkü başkasının eksikliğini görüp o eksikliği sahiplenmiş, yanınızda taşımış olursunuz. Bu şehre tanıklık ettiğinizde şehre yönelip gidebildiğiniz kadar gitmelisiniz. Çünkü bu şehre girmeden önce feda etmeniz gereken şeyleriniz vardır. Şehre girdikten sonra da feda etmelisiniz ki eksiklik döngüsü tamamlanabilsin. Sırası geldiğinde, eksikliği kapatacak şey tarafından eksik kişiliğinizden bütünlüğe ereceksiniz. Diyelim eksik bir şekilde öylece şehirde dolaştınız, hiçbir şey olmadı, o halde eksikliğini bütüne tamamlayamayan bir vaka olarak sonsuz kozmosta, ne yana düşeceğini bilmeden öylece savrulabilirsiniz. Kimse size yardım edemez. Kimse eksikliğinizi taşımadıkça sizi o boşluktan çekip kurtaramaz. Teşekkürler eksikler bugünkü tur için, konuşmam burada sona eriyor. İyi şanslar herkese.”


Mikrofonunun kesik kesik gelen sesi son buldu. Artık kafa şişirecek bir görevli kalmamış gibiydi. Rehberi hiç sevememişti zaten. Hep otobüsün bir başka yerinde ortaya çıkıp duruyordu. Otobüsün içerisi bomboştu, bir tek kendisi vardı. Bu sessizliği uzun süredir tatmamıştı ama farklıydı bu, bir şeyler daha vardı. Yolda öylece giden otobüsü sarsacak denli bir rüzgârın uğultusuydu bu sessizliğe ortak olan belki de. Ya da arkasına dönmeyi düşünmese de arkasından gelen fısıltılardı. Fakat hani kimseler yoktu? Arkasını dönmek istedi. Fısıltılar bu boş koltuklardan mı geliyordu? Hâlâ devam eden bu uğultu radyodan gelmediğine göre yalnız değildi. Önüne dönüp şoföre tüm bunları sormak üzere ayağa kalktı. Kalkmasıyla tekrar oturtuldu yerine. Hem şoför yoktu ki nasıl gidiyordu bu otobüs? Ne var ki şaşırmak en öte duyguydu burada. Puslanan cama dokunup eliyle sildi. Elinin yanında yüzünü görmesi gerekiyordu, göremedi. O halde herkes bu dünyada görünmezliğin iplerine sıkı sıkıya bağlıydı. Çizgileri de aşmak hep başa dönen bir sürekliliği getiriyordu. 


Yağmurun şiddetini tavana düşen sesten anlayabiliyordu. Bir süre sonra otobüs ani bir fren yaptı. Öne doğru sendeledi, kafasını koltuğa çarptı. Sonra kalkıp otobüsün açılan kapılarına doğru yöneldi. İşte, bu boğuk yerden çıkmıştı artık. Şimdi gökyüzü hem oldukça parlak hem de kasvetli bir tondaydı. Dışarısıysa hiç alışık olmadığı garipliklerin bir arada olduğu şeylerden ibaretti sanki. Yığınla binanın üst üste geçtiği, balıkların gökten uçtuğu, kuşların yerden göçtüğü bir yerdi. Dünyanın tüm çöplüğü bir yerden buraya taşınıp istifleniyor gibiydi. Böylece ilk adımını attı şehrin neresinde olduğunu bilmediği durağına. Otobüs arkasından uçtu gitti. Bulutların arasında gözden kaybolduğunda onu aramaktan vazgeçti. Dönüş yolu için elindeki tek bileti düşündü. Eksikliğinin farkına varmak, ona ulaşmak gerekti.


Fakat neydi ki bu eksiklik? İnsan öylece kendisi hakkında bütünlükler oluşturabilir miydi? “Eğer onu bulabileceksem bana, hayatımın küçük bir tarafından ince bir ipucu sunulmalıydı.” dedi içinden. Küçük bir ipucu olmalıydı evet. Bu şehrin ortasında kaybolmuş ondan başka biri vardıysa ona sormalıydı belki de. Belki o, kendisini alıp kısa yoldan bir güzergâh çizebilir, bu şehirden çıkarabilirdi.


Etrafına bakındı kimseler yoktu. Durduğu yerden ayrılıp şehrin iç taraflarına doğru yürümeye başladı. Hava aydınlıksa da şehrin, gökdelenlerin üstünde kararmış bulutlar ve yoğun sisler vardı. İçlerine daldıkça boğulduğu, her adımında onu çepeçevre saran metal ve beton yığınları, neon ışıklar, ilerde mazgallı yolun yanında bir kafenin içinde geçirilen anlamsız sohbetlerin, sıkışmış hayallerin ve şehrin merkezine doğru patlak veren tüm insansı yıkımların silik izleri... İşte tüm gördükleri, olan her şey bu kentin üzerine örtülen görünmez sisin kanıtıydı. Buğulu kalıntılarla dolu sis, şehrin ortasından başlıyor civar mahallere dağılıyor oradan nükleer bir mantar bulutu gibi dağlara kadar gidiyordu. Başucundan dağlara, gözünün en uzağı seçebildiği noktaya değin izledi bu görkemli sisi. Kente giden ve kentten ayrılan yollar, görünmeyen bir sis duvarının arkasına gizlenmiş yapıların önünden geçiyor, bu duvarın ardında sanki hayat bitiyordu. Bu şehir zaten nüfusu sıfıra dayanan, terk edilmiş bir şehirdi. Ya da insanlar birbirini göremeyecekleri istikametlerde, hiç rastlaşamayacakları kombinasyonlarda yürüyor, hayatlarına devam ediyorlardı.


Sokağın her yanı geri döndürülemeyecek bir yıkımı yaşamışçasına perişan durumdaydı. Yağmalanmış raflar, eskimiş tezgâhlar, fırtınadan ya da dehşetli bir kazadan sonra yırtılmış tenteler ve uçmuş çatılar insana radyoaktif bir kaza sonrası izlenimi veriyordu.


Yanında gaz maskesi olmadığı için yakınmadı hiç. Zaten etrafta hiç Lenin posteri de yoktu. Sokağın ardından gelen sesi duymasa başını kaldırıp sisin uzandığı en göğe doğru bakmayı sürdürecekti. Ses, yürüdükçe çoğaldı. Köşeyi dönünce orta yaşlarda bir adamı yere uzanmış elini göğsüne götürmüş ve ruhunu teslim edercesine kalbini tutarken buldu. Burada hiç kimseyi bulamayacağına kendini o kadar inandırmıştı ki bu adamı görünce korkusunu belli ederek geriye çekildi. “Korkma…” dedi öksürerek: “Korkma evlat”


“Neyin var senin?” diye sordu R., adama. Adam biraz duruldu, gözlerini yukardan bakan korkulu gözlere çevirdi: “Kararsız kapıları aralıyorum. Bir dünya yokluk çıkıyor önüme. Çünkü dünya yokluğun diğer adıymış sonradan öğreniyorum bunu. Bir insan bir kapıya yaklaştığında ona hemen büyük sorular sorulurmuş. Soruların bir cevabı da yokmuş. Çünkü yokluk bir eksiklikmiş elest bezminden bu yana. O yüzden tam tamına yüz karış atıp dolambaçlı yollardan ruhumu aramaya başlıyorum. Onu bir acele kaçırmışlar gibi içimden. Eğer gölgesinin vurduğu bir karanlığa, ağırlığının sebep olduğu bir kırılmaya denk gelecek olursam dört yanı tetkik için örnekler bulmalıyım diye geçiriyorum içimden. Belki ilerde bir yerde eski bir binanın enkazı altında onu sere serpe bulabilir kolundan tutup ‘Daha ne kadar kaçacaksın kendiliğinden?’ diyebilirim. O halde o da bana ‘Kaçmam için tüm kapıların kilidini açtın.’ diyebilir. Böylece biriktirdiğim tüm tezlerim ruhumca çürütülebilir.”


R., bu adamın ruhundan çok aklını kaçırdığını düşündü. Tiyatral bir örgünün içinde bilmem kaçıncı sahneden kendisine verilen rolü iyice benimsemiş biri olarak bu adama birkaç şey söylemek isterdi. Çünkü bu adam hiç de varoluşunu sorgulayacak bir görüntü sunmuyordu. Keşke biri şu sokaktan fısıldasa da metnin devamı için sufle verseydi. Yine de aklındakini söylemeden edemedi. “Belki de…” dedi R. : “Ruhunun köşe bucak kovalanması, binlerce sorguya tutulması için bu kadar çabalamasaydın seninle bütünleşik olan şey senden eksilmeyecekti.”


 Adam tekrar R.’nin yüzüne baktı bir şeyler geveledi. Ya rolünü unutmuştu ya da şehadet falan getiriyordu. Biraz sonra anlamlı kelimeler, son sözcükleri gibi çıktı ağzından: “Tezler çürür, sayfalar eskir, suya düşmüş çoğu yazı silinir gider mürekkebinden ve geriye düşsüz bir ışık kalır kendi esrikliğimiz adına. O vakit hiçbir çiçeği koparmadan beyazlıklar arayabiliriz kendi adımıza. Bilinenin ardına geçip bel bağladığımız adları bu sefer yitirebiliriz.”


Adam bu sözleri bitirdikten sonra gözlerinin önünden silinip gitti. Sözlerinin yankısı dinmeden, geride kalan insanlığa kendi adına bir şeyler bırakmış olarak gitti. Buhar olmuş paslanmış bir mazgalın içine süzülüp o çok istediği ruhuna mı kavuşmuştu? Nasıl olabilirdi bu? Ya da ruhunu bulamadan göçüp gitmiş miydi?


R. bu adama az da olsa yardımcı olabileceğini düşündü. Söyledikleri hepten kuruntu muydu bilemezdi. R.’ye kalırsa bu adam tüm parasını rezil bir oyunda kaybetmiş kumarbaz birinden başkası değildi. Ya da uçsuz bucaksız Sibirya’nın karlı dağlarında bir görevdeyken arkadaşına ihanet eden bir ajan da olabilirdi. Yüzünde ihanetin izlerini mi görmüştü de bunları söylüyordu. Birileriyle böyle tanışıklıklar hep ön kurguları getirirdi aklına. R., adamı bir süre sonra düşünmekten vazgeçti. Ne açlık, ne susuzluk ne de başka bir şeyi anımsadı. Yaprakların kapladığı yollardan, eğri büğrü daracık sokaklardan, çıkmaz sokakların başka aralıklara açıldığı merdivenlerden geçti. Aradan birkaç saat geçti geçmedi şehrin tüm ışıkları birer birer yanmaya başladı. Işığın en parlak olduğu noktaya kadar ilerledi R. Artık şehrin iyice dışına çıktığını buradan sonraki derin karanlığa bakarak anladı.


Şehirdeki sakinlik sürerken, uzaklarda kuşlar tersine uçarken yanı başından hışımla geçen birini gördü R. Bu, buharlaşan diğer adamdan daha genç, ondan daha sakin biriydi. Biraz önce ilerdeki metrodan çıktığını, kendisi için yeni bir yer yeni bir ad aradığını söyledi. Kalıp saklanacağı yer mümkünse yerin altında bir yerde, kasvetli ve karanlık olmalıydı. Buruşuk gri paltosu ve melon şapkasıyla karşısında tedirgince duruyordu.


R. genç adama neden kaçtığını sordu. “Çünkü canımın ırmaklarından geçiyordum.” diye seslendi genç: “Boğulmamak için bir salı tuttum kendime. Köpüren kayaçların altında vurgun yedim. Beni sarp uçurumdan atmadılar ama düşerken kendimden düştüm. Bu ışıksızlık, bu hayalsizlik, bu kasvetli yıkık dökük şehir bakıyorsun işte hep su altından kalmış.” R., bu genç adama bir başka soru sormadı. Zaten kime ne sorduysa doğruca yanıt vermiyordu kimse. Kim ezberletiyordu bunları. Hem ne gerek vardı böyle dolambaçlı cümlelere? “Bu şehirde kaybolmak o kadar da önemli bir şey değil.” diye fısıldadı genç. R., oralı olmadı ama şehirde kaybolup buharlaşmayan birini bulmanın iyi bir şey olduğuna kanaat getirdi. Onu kendisiyle gelmesi gerektiğine ikna etti. Genç, olurlu cümleler kurdu.


Bu genç adam, Bohemya’daki evinde bir bahar sabahı öylece oturuyordu belki de. Birbirlerine garip selamlar veren birkaç asker ailesini toplayıp kampa götürürken o, onlarla birlikte gitmeyi reddedip hayatını kurtaran bir Yahudi olabilirdi. Kim bilir belki de öğlene doğru kapısı açık tüm kapılarla köyün bomboş olduğunu gören ve garip selamlı askerlerden kaçan, kaçıp dağları aştıktan sonra Moskova’da bir memur olarak işe başlayan biriydi.


R., gence yola devam etmeyi teklif etti. İkisi bir süre sonra havanın hızla soğuyuşuna, gökten tanelerce karın yere düşüşüne şahit oldu. Adım attıkları her saniyede kar şiddetini artırdı. Yürüdükleri kırık taşlı yol karla dolarken, çatılar ve uzakta beliren ormandaki ağaçlar beyaza dönüyordu.


Görüş alanı sisten giderek daralıyor, R., bir yere çarpmamak için eliyle önündeki sisi aralamaya çalışıyor bir yandan da esen soğuk rüzgârdan kurtulmaya çalışıyordu. Genç adam kafasını bir yere çarpmış olmalıydı ki bu sövüp sayışını açıklıyordu. Sövüşlerin arasından bir zil sesi duyuldu. Genç adam R.’yi sisin arasından bulup çıkardı. Ona çarptığı yerin kapısının aralanışını gösterdi. “İçerde kimse var mı?” diye seslendi genç adam şapkası elinde.


R., ona susması gerektiğini, tek bir ses daha çıkarırsa bunun ikisi içinde iyi olmayacağını söyledi. Adımını içeri atınca soğuktan titreyişi kesildi birden. Gözleri artık biraz önceki ahşap vitrinde değildi. Kapıyı kapatıp buğulu camdan dışarıya baktı. Buğudan ve fırtınadan başka bir şey yoktu. İçerdeyse ortada yanmayı sürdüren küçük bir soba, çoğu yıpranmış, yazma veya eski kitaplarla dolu raflar yer alıyordu. İçerisi yüzlerce küçük mumla aydınlanıyordu. Burası ya bir sahaf ya da bir kütüphane olmalıydı.

 

Zil susmamacasına yankılandığında odanın diğer tarafından yetmişlik yaşlı bir adam çıkageldi. Mavi ceketini sırtlayıp giyerken gözlüğünü de takıverdi arada. Gözlerini kıstı ve alaylı bir tavırla gülümsedi:


“Zamanın ve mekânın dışına dosdoğru bir adım attınız Bay R., sizi tebrik ederim. Peki, söylesenize kim bu yanınızdaki, Sancho Panza mı yoksa Gogol’un paltosundan falan mı çıktı?”


R., bu adamın burada ne aradığını, adını nerden bildiğini sorgulamadı ama olan biten her şeyin neden olduğunu sordu.


Yaşlı adam kitapların sayfalarını çevirirken R’ye döndü: “Buraya ait değilsiniz.”


“Buraya ait olmanın kuralları vardır. Bir eksikliğiniz yoksa anlamı yok varlığınızın. Sizse Bay R., kendinizi kurguluyorsunuz. Siz kurulmanın, kurgulamanın rastlantısal bir şey olduğuna inanmıyorsunuz. Elinizle çizmeye uğraşıyorsunuz kaderinizi. Oysa aşklar, rastlantılar, kayıplar, sevinçler ve hayatın akışı içerisinde tüm olasılıksız görünen karmaşalar, ince bir ip gibi dizilmiştirler, sıkı sıkıyadırlar.”



R., “Evet,” dedi: “Baştanbaşa kuruluyorum. Evet, ben bir kurmacayım, kurulmuşum. Doğdum ve doğuşum kurgulandı. Öğrendim bunlar da kurguydu hep. Güldüm ve ağladım kurgulanmıştı duygularım. Dünya bana salt gerçekliğini ne zaman sundu? Ben bir şeyler tarafından kurgulanırken duygularımı, yaşantımı alımladığım eşik neresiydi? Belki de kurgulandığım için bir şeyleri hep kurmaya çaba gösterdim.”

 

 

Yaşlı adam, elindeki kitapları bırakıp orta yere, sobanın yanına kadar geldi. “Sen şairanelikle aleladelik arasına sıkışmış harikulade bir aptalsın R. Sözlerin, kelimelerin, alıp kafana attığın her şey bir başkalarının yaşantısı, hep başka metinlerin içinden çağırıyorsun kendini. Neyi bulmaya çalışıyorsun ki? Ah bulmak denilen şu çaresiz eylem… Bulmak, şu neden sonuç dünyasında mantıkla sınırlanır hep.”


R., bu sözlerden sonra yaşlı adama öylece saçmaladığını, kafasının içindeki şeyleri bilmesinin de süper bir saçmalık olduğunu söyledi. Yaşlı adam kafasını salladı. Derin bir nefes alıp parmağıyla kitaplıklardan birinin yanındaki kapıyı gösterdi.


“Hiçbir yerde beyaz bir tavşan yok Bay R. Ne inilecek dipsiz bir kuyu ne geçilecek kızıl bir çöl var. Ama ilerdeki orman belki tüm bu kargaşayı, herkesi etkileyen bu karanlık kaosu önleyebilecek bir yerdir. Kim bilir, belki de sende eksik olan şey orda bir yerlerdedir.”


R. de öylece kafa salladı. Kapıyı açıp yola koyuldu. Kendini kurgulamaktan başka ne yapmıştı? Ya da başkasını kurgulamak neden keyif veriyordu? Patika yola gidene kadar bunu düşündü. Sonra artık dönüşü de unuttuğu yerde yön duygusunu kaybetmiş olarak buldu kendini. Sancho Panza’yla bu açıklıkta geceye kadar oturup birbirlerine karanlık zamanların mitlerinden, unutulmuş uygarlıkların destansı aşk öykülerinden bahsedebilirlerdi. Yıldızların gökteki hareketlerine bakarak müneccim olsalar da olurdu. Fakat bunu yapmadılar.

 

Sancho Panza, Moskova’nın dondurucu soğuğunda işe gitmeyi yeğlerdi. Yine de R., onun sadık bir ortaçağ şövalyesi olmasını istedi. Böylece biraz da olsa ismiyle müsemma olacaktı. Ona böyle seslenince kendini ilk defa Dede Korkut gibi hissetti.


Sancho Panza, acılı geçmişinin ardından krala bağlılık yemini eden genç bir şövalyeydi. Kendisi de dünya daha gençken, ağaçlar yapraklarını hışımla sallayıp, dağlar ve ovalar büyük savaşlara şahit olurken orada bulunmuş olabilirdi. Yani kan dört bir yandan dökülürken bir yandan atını bu engin boşlukta süren diğer yandan zırhının ve kargısının verdiği cesaretle dörtnala giden mağrur bir süvariydi belki de. Şövalye kadar olmasa da R., bir davası olduğunu düşünürdü. Yine de o son savaştan sonra aziz ilan edilmese iyiydi. Aziz ilan edilmeyi hiç sevmezdi çünkü. Neyse ki bir dünya dolusu suç işleyip de aziz olmaktan paçayı sıyırdığını anlayınca içine su serpilmişti. Tahta kapı iki kere tıklatıldığında içini korku kapladı ama ya üç kere tıklatılsaydı? O zaman bu kendisini yemeğe çağırmaları anlamına mı gelecekti? İki rahip kapıyı kırarcasına açtıklarında karşısında bu günahkârı bulmayı beklemiyorlardı. Saklanmak için St. Bilmem Ne Kilisesi’ni seçmesi mükemmel bir fikir değildi açıkçası. Onu kollarından tutup kilisenin avlusuna götürdüler. Kilisenin çanı üç kere çaldı. Bu ikaz, artık rahiplerle yemeğe çıkacağı anlamına gelmiyordu. Avludaki sessizlikten olsa gerek çanın sesinden daha çok hissetti ateşin odunlar arasında tutuşan çıtırtısını. Kendisi için bir giyotin isterdi hâlbuki. Cilalı bir giyotin olmalıydı ve işte o zaman ikiye bölünmenin tadını çıkarabilirdi. Tüm benliğinden ikiye ayrıldıktan sonra hafifleyebilirdi ruhu. Ölmek için seçenekleri sunsalardı ona, işte bunları derdi. Ama rahipler onu ellerinden kazığa bağlayıp yakmaktan müthiş kıvanç duyacağa benziyorlardı. O sıra Piskopos gelip vaaz için orada bulunanları bir araya topladı.


Piskopos kürsüdeyken Tanrı’nın huzurunda bu günahkârı kurban edeceğini belirtirken rahipleri süzüyordu. Rahipler gelen tehlikeyi Piskopos’a bildirecekken Sancho Panza, dörtnala koştuğu atından uzattığı Kargı’yı piskoposun cübbesine dolayıp onu kürsüden aşağı yuvarladı.


R.’nin ellerini çözüp ata tekrar bindiklerinde Piskopos çamura bulanmış cübbesiyle bağırıp çağırıyordu. R.’nin kulağına tek bir şey çalındı. “Şu isimsizi derhal yakalayın!”


“İsimsiz mi?” diye mırıldandı. “Evet…” diye yanıtladı kendi kendine. “Baştan beri adsız biri olarak isim vermeye uğraştım her şeye.”


Arkasını döndü her şey durağanlaştı. Piskopos yoktu, kilise ve ateş de yoktu. Biraz sonra Sancho Panza da gitti atıyla beraber. Sonra ormanda tek başına kaldı öylece R. Saat gece on ikiyi yeni geçmişti.


Biraz sonra bazı ağaçların arasından isimsiz kendine hitaben bir bazı şeyler duydu. Fenerin soluk ışıkları yüzüne vuruyor bağırmaktan sesi çıkmayanlardan kendi adını işitiyordu. Hep bir ağızdan yaklaşan heceler Rasim’i oluşturuyordu. “Hepimizin bir gizli adı olsa gerek.” diye geçirdi içinden Rasim. Yağmur çam ağaçlarının arasından atıştırıyor, bazı damlalar kafasına düşüp hep aynı şeyi hatırlatıyordu, müzik hep aynı notada çalıyordu. Kelimeler hep aynı anlamlara gelmeye başlıyordu Dante’den: “Yaşam yolumuzun ortasında, karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yitmişti.”