Uyandı. Hiç bitmeyecek gibi hissettiği gecenin son soluğunu verirken uykuya dalmak, ruhunda kıpraşan sancıları susturması için gerekli olan tek şeydi. Uyandı. Komodinin üzerinde duran yarım bardak suyu yavaşça içti. Henüz öğlen olmamıştı ama yine de odasına sızan güneş ışıkları ortalıkta yoktu. Kalktı. Perdeyi açtı. Gri bir görüntü odaya doluştu hemen. Yağmur bulutları adım adım yaklaşıyordu evine. Üzerinde sadece iç çamaşırı olduğunu fark etmesiyle bir ürperti hissetti. Soğuk değildi oda ama yine de “üzerime bir şeyler giymeliyim” diye düşündü. Yerde çıkarıldığı gibi duran şortu giyip üzerine bir hırka aldı. Masasının üzerinde sigara paketine uzandı. Boştu. Masaya geri bırakıp komodinin alt çekmecesini açtı. Eskidiği için zar zor açılan çekmece biraz uğraştan sonra çıktı yerinden. Açılmış bir sigara paketi daha vardı. Aldı. Üç adet sigara vardı. Birini dudaklarına götürdü. Tekrar masasına yöneldi ama aradığı sarı çakmağı orada görmedi. Sarı mıydı? Sarıydı saçları gibi. Ama çakmak sarı mıydı? Değildi. Hatırası sarıydı. Neydi hatırası? Neyi anımsattı ona? Bir gün önceydi. Durdu. Bir yıl önceydi. Geri dönüyordu. Üniversite koridorlarını anımsadı. Vizeler henüz başlamamışken sararmış yaprakların düşüşünü görmüştü pencereden. Rüzgâr fazlasıyla can sıkıcıydı. Sabah bin bir uğraşla hazırladığı saçı kaldığı yurttan çıkmasıyla bozulmuştu. Aldırmazdı. Niye aldırdı? O zamanlar içmiyordu sigara. Şimdi dudaklarında henüz yanmamış sigara sallanırken mutfağa yöneldi. Mutfak masasının üzerine kirli tabağın yanında siyah bir çakmak duruyordu. Birkaç denemeden sonra yandı sigara. Mutfak karanlıktı. Işığı açmadan ocakta sıcak su kaynatmaya başladı. Küllüğe bakındı. İzmaritlerden tepe görünümünü almış bu küllüğü kaç gündür boşaltmamıştı? Düşündü. Umursamadı. Uzun tırnaklarıyla, ufak dokunuşlarla sigarasının külünü bıraktı. Sigarası bittiğinde su kaynamaya başladı. Toz kahveden üç tatlı kaşığı attı fincana. Kaynayan suyu döktü. Kahve hazırdı. Üniversitede sevmezdi acı kahveyi. Ne kadar toz kahve koyduysa bir o kadar da şeker atardı. Acıyı sevmezdi. Ağır gelirdi her şey ona. Tek istediği bir an önce okulunu bitirip mesleğini eline almaktı. Sarı yapraklara takıldı gözleri yine. Amfinin penceresinin bir hayli büyük oluşu, sanki projeksiyonla birisi oraya bu manzarayı yansıtmış gibi görünmesine sebep oluyor, bu yüzden dersten kopan öğrenciler bakışlarını oraya kaydırıyordu. O da kaydırdı. Daldı oraya. Bir yaprağa takıldı gözleri. Yavaş yavaş süzülürken gözleriyle takip etti onu. Yaprak pencerenin en alt kısmına geldiğinde tam o hizada oturan biriyle göz göze geldi. Kimdi o? Kimsin sen? Neden ona bakıyorsun? Bir iki saniyelik göz göze gelmeden sonra ikisi de gözlerini çevirdi. İkisi de aynı şeydi düşündü: Kim bu yabancı? Pencerenin altındaki kişi, o birkaç saniyelik göz göze gelmenin ardından kafasında, gördüğünün resmini çizmişti bile. Uzun sarı saçların, bir insanda ancak bu kadar güzel durabileceğini ve saçlarını toplamasa belki de daha güzel görüneceğini düşündü. Gözlerinin rengini seçememiş olsa da elaya yakın bir renk olduğunu zihninde kurguladı. Biraz utandı. Dersin başından beri onu izlediğinin farkına vardığını düşündü. Kahvesi bitti. Boş bardağı kirli tabağın içine koyarak yatağına yöneldi. Kafasını bu saatte yastığa koymak huyu değildi ama içindeki huzursuzluk ona hiçbir şey yaptırmıyordu. İçtiği kahveden de zevk almamıştı. Bir an şarkı dinlemek geldiyse de içinden bundan hemen vazgeçti. Sarı olmadığını hatırladı çakmağın. Aslında o siyah çakmaktan başka çakmak yoktu evde. Perdesini sıyırdığı pencereden dışarıya baktı. Yine göz göze geldiler. Aynı ritimle yine bakışları farklı yönlere kaydı. Neden onu daha önce hiç görmemişti? Üniversitenin dördüncü yılıydı ve ilk defa onu fark ediyordu. Siyah gür saçları ve ince çerçeveli gözlüğüyle onu herhalde fark ederdi bu zamana kadar. Kirli bir sakalı vardı. Ama neredeydi bunca zaman? Okulu uzattığını düşündü. Evet, en mantıklı seçenek buydu onun için. İçinde tanımlayamadığı bir heyecan oluştuğunu hissetti. Daha önceden âşık olmuştu. İki yıl süren, aşkı ve tutkuyu yaşadığı ilişkisini hatırlıyordu. Ama bu başkaydı. İçinde merak vardı. Kimdi o? Hocanın dersten sıkılmasıyla ders bitti. Yavaşça dağılan sınıfın ardından birkaç kişi ve o ikisi kaldı. Kaçamak bakışlar atmaya devam ederken onunla konuşma isteği kendisini ele geçirdi. Ama tam tersi olmaz mıydı? Siyah saçlı adamın gelip onunla konuşması gerekmez miydi? Ama şimdi adımlarına söz geçiremiyor, geçirmek de istemiyordu. Merhaba, dedi ince sesiyle. Şaşkınlığını gizleyemedi bu yabancı adam. Bir an başkasına dediğini düşündü. Hemen kendini toplayıp “merhaba” dedi ve elini uzattı. Niye uzattı? İlk merhaba diyen kendisi değildi. Kız gülümseyerek elini sıktı. Elleri birbirinden ayrılırken “dersi alttan mı alıyorsun? Seni buralarda daha önceden hiç görmedim?” dedi kız. Bu arada ismim Şule, diye acele ettiğini düşünerek devam etti sözüne. Sinan, diye karşılık aldı. İsmim Sinan, alttan almıyorum dersi, yüksek lisans yapıyorum aslında ve işin aslı yüksek lisansı bir yıl uzattım, bu dersi de dinlemek istedim, dedi Sinan. İkisi konuşmaya devam ederken amfide kimse kalmamıştı. On dakika süren sohbetin ardından Şule “tanıştığımıza memnun oldum” deyip uzaklaşmak isterken Sinan kahve teklifinde bulundu. Gülümsedi Şule… Perdeyi kapattı. Griliğe bile tahammül edemiyordu bugün. Yatağın içinde bir sigara daha yaktı. Bu içtiğinin dışında sadece bir sigarası kalmıştı. Sigarasını çime bastırarak söndürürken Sinan “ben de seni ilk kez görüyordum bu arada” deyip gülümsedi. Bu şimdi mi söylenir, diye güldü Şule. Beni takip ettiğin düşüncesi beni tatmin ediyordu, üç aylık gizemi bozdun şu an, diye devam etti. Sinan elleriyle yüzünü sevdi Şulenin. Sonra elini tutup dudaklarına götürdü. Bir sigara daha yaktı. Birkaç kez içine çektikten sonra Şule uzanıp sigarasını alarak kendi dudaklarına götürdü. Yukarı doğru üfleyerek gülüyordu. Duman Sinan’ın sakalları arasından yükseliyordu. Şule başını yasladığı dizden doğrulduktan sonra çantasından Sinan’a aldığı kitabı çıkardı. Kitabın içinde üç farklı fotoğraftan oluşan ayraç vardı. Birlikte çekindikleri “Nazım ve Vera” fotoğrafları gibi üç adet fotoğraf… Kendi hazırlamıştı bu hediyeyi. Sinan’ın Nazım’ı ne kadar sevdiğini bildiği için böyle fotoğraflar çekinmişlerdi. Ve bu hediye Sinan’ın çocuksu bir gülümsemeden sonra Şule’nin dudaklarını uzun uzun öpmesine neden olmuştu.

  Gözlerini masaya dikti. Oradaydı kitap. Üç gündür o masanın üzerinde duruyordu. Kitabı açtı ve içindeki ayraca baktı. Çok iyi bakıldığı belliydi bu hediyeye. Durdu. Ellerini masaya koydu önce. Sandalyeyi çekip oturdu sonra. Donuklaşmış yüz ifadesi yavaş yavaş değişmeye başladı. Aşağıya doğru kıvrılan dudaklarını hıçkırıklar eşlik etti. Gözlerini eliyle kapattı. Ağlamak, düşmek istemiyordu ama tutamadı kendini. İçinde kalan son damlaya kadar ağlamaya devam etti. Bir şeyleri yumruklamak istiyor ama kıyamıyordu ona. Geldim işte, diyordu Sinan. Gecenin bir yarısı çıkıp altı yüz kırk sekiz kilometre yol geldim, senin için, diyordu. Bağırıyordu Şule sadece. Onu suçluyor ve Sinan’ın göğsüne vurmaya çalışıyordu. Sinan her defasında sarılmaya çalışıyor ama işe yaramıyordu. Sakinleştiler. Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş yüzüyle Sinan’a bakıyordu. Sinan gözlerini yerden ayırmadan çantasından kitabı çıkardı. Bana aldığın ilk hediye sevgilim, bunu hak etmiyorum, o yüzden belki de geri vermeliyim, bunu hak etmiyorum, dedi. Sesi ağlamaklıydı. Hak etmiyorsun, sen güzel olan hiçbir şeyi hak etmiyorsun, dedi Şule. Sinan ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Kapıyı araladı ama öylece kaldı orada. Bekledi. Bir umut bekledi. Arkasından sarılan kolları hissettiğinde kapıyı kapattı. Sarıldılar birbirlerine. Bu sarılma birbirlerini öpmeye evrildi. Sinan’ın elleri Şule’nin teninde dolaşmaya başlayınca hızla geri çekildi Şule. İtti onu. Git buradan, bir daha dönme, sen bana ihanet ettin, sen beni aldattın, sen sevgimize ihanet ettin, sevgine de göz yaşlarına da inanmıyorum, defol evimden, dedi bağırarak. Sinan hiçbir şey demeden evden çıktı.

  Ağlaması geçince yeniden eline aldı kitabı. Buruk bir ifadeyle mutfağa yöneldi. Çöpe düşüşünü seyrederken kitabın içinde bir sızı hissetti. Masanın üzerinde duran küllüğü kitabın üzerine boşalttıktan sonra çöp poşetinin ucunu bağladı. Son sigarasını içerken telefonundan iki gün önce gelen mesajı tekrar okudu.

  “Kendimi asla affetmeyeceğim. Bunu sana nasıl yaptım, bilmiyorum. Aramızdaki mesafeler yüzünden belki de. İçim içimi yediği için bunları sana söylemem gerekiyor. Seni ilk gördüğüm an anlamıştım, benim için yeniden doğuşun senin gözlerinde mümkün olduğunu. Senden önce ruhu bir aşk meydanında esir düşmüş bir adamdım. Senin sevginle yeniden var olduğumu hissettiğimdeyse geçmişimin yakamdan düştüğünü sanmıştım. Senin kadar güzel kimse sevemezdi beni. Seninle bütün olmam, kaderimdeki bütün rastlantıların en güzeliydi. Ama buna sahip çıkamadım. Geçmişimi kör bir bıçak sandım. Artık beni kesemez sandım. Yanılmışım. Mezun olup bu şehirden aile evine dönmen, benim her şeyi altüst etmeme sebep oldu. Buradan bıraktığın aşka sahip çıkamadım. Geçmişimdeki gölge sensizlikte karşıma çıkıp beni yeniden esir alınca sana olan bağlılığımı unuttum. Buna kayıtsız kalamadım. Gözlerimin içine bakıp “sana ihtiyacım” var dediğinde senin, benim, bizim olan her şeye ihanet ettim. Geçmişimle geleceğimizi mahvettim. Aldattım seni Şule. Bunun için çok pişmanım. Bunu sana söylemezsem senin güzel sevgine daha çok ihanet edeceğimi düşünerek bu mesajı yazıyorum. Ben geçmişime saplanıp kalmış ve bu yüzden asla gerçek aşkı hak etmeyecek birisiyim. Yola çıkıyorum. Yanına geleceğim. En azından bunu hak ettiğini biliyorum. Ailenin de şehir dışında olması yüz yüze konuşmamız için iyi olacak. Eğer yüzümü görmek istemezsen de haklısın. Yine de deneyeceğim…”

  Mesajın devamını okuyamadı. İçinde sızının artmasıyla telefonu kenara bıraktı. Midesinin bulandığını hissetti. Tüm bu yaşananlar midesini bulandırıyordu. Ona dair her şeyi başka bir poşete doldurup çöp poşetini de alıp evden çıktı. Aslında sadece sigara almaya gitmek istemişti.