Bir çocuk günün birinde bir kuş görmüş. Kuş öyle güzelmiş ki ara ara mavi tüyleri ve gökyüzünde zarafetle süzülmesine yarayan kanatları varmış. Kuş uçuyormuş ve uçmak çocuğu derinden etkilemiş.

‘’Şimdi uçabilmek için nelerimi vermezdim?’’ demiş çocuk, derken kuş yere inmiş. Minik adımlarla ilerlemiş. Kuş yürürken de zarifmiş. Çocuk o an etkilendiğinin uçmak değil kuş olduğunu anlamış.

‘’Şimdi bu kuşun benim olması için neleri vermezdim?’’ demiş.

‘’Ona güzel bir kafes alır, besler ve severim.’’

Oysa ne yemekmiş ne sevgiymiş kuşun derdi. Kuş gökyüzüne aşıkmış ve uçmanın verdiği özgürlüğe. Çocuk kuşu yakalamayı koymuş kafasına. Ve daima kuşun boş bir anını gözetmiş. Kuşsa tutsaklık duygusunu hissettiği an özgürlüğe uçmaktaymış. Fakat çocuk kararlıymış. Kuşu çok istiyormuş. Kafesini ve yemlerini hazırlamış. ‘’Sadece avucuma kon miniğim.’’ demiş.

Kuşun kalbi temizmiş. Ve hiçbir kuşun yapmaması gereken bir şeyi yapmış. Çocuğun avucuna konmuş. Çocuk onu kafese koymuş. Onu hep beslemiş ve kimsenin ona veremeyeceği sevgiyi vermiş. Kuşun aklıysa daima gökyüzündeymiş. Çocuk hep kuşa sahip olduğunu sanmış. Ama kuş yalnızca gökyüzüne aitmiş. Çocuğun avucundayken bile tüylerindeki mavilerin hatırlattığı gökyüzüne hasretmiş. Kuş daima kafesteymiş. Bu yüzden çocuk kuşu yitirdiğini fark edememiş.

Kuş bir içim suymuş aslında, çocuksa onu avucuna alıp sıktıkça yakalamak, avucuna almak istediği ölçüde yitiren biri.