Aslında limanlar 

Bir gemi gelsin diye değil,

Bir ağıt yakılsın diye varlar. 

Soğuk bedenleri taşa kesmiş ölülerin

Kavuşamamış sevgililerin ve 

Bir konteynır dolusu insanın acılarını harlar. 


Aslında limanlar 

Bir turuncu yangın gibi saçlardan yapılma, 

İnce kazaklar giymiş kızların 

Üşüyen ruhlarına, katmanlı bir atlas yorgan gibi serilen

Bazısı cesur oğlanların yüreklerini darlar.


Koşan ayaklar kopar, dağlar dikilir

Limanların kibri elbet derinden gelir

Ve bilmelisin ki

Hayat da böyledir İsra.

Uğurlanmak üzere yapılmış betonlardan,

Ve uğurlanmak üzere yapılmış beton adamlardan

Kaçmalısın. 


Yüreğin seni bir sandala götürüp atarsa binmelisin,

Bazen durakta beklemek değil, yürümeyi seçmelisin.

Kopmuş uzvunu er meydanında bırakan teğmen gibi

Yeri geldiğinde kimliğinden vazgeçmelisin...


Aslında limanlar İsra,

Bir şehri sollamanın en huysuz yoludur.

Freni patlak bir şavrolet gibi,

Ne gelirse, kim ölürse düşünmeden

Çekip gitmeyi gerektirir. 


Fakat bilmelisin ki

Kaburgasından çıktığını ilk görüşten anladığın

O iki elmacık kemiğine dair

Havva’nın kandığı şeytanla

Belki tasavvufi bir empati de yaparak

Yanan o limanda, 

Üstüne yedi bıçakla

Kaçmayı tercih etmeyeceksin.


Çünkü insan kaçmak istemediklerinden de sorumludur İsra,

Bir çift gözden, bir şehirden, tahta evlerden

Limanlardan da sorumludur elbet,

Çürümüş ruhu çıkarıp çiçek açtıran betondan da...


Bilmelisin, adına türkü yakılmaz İsra, 

Ne sen Ali’sin ne sevdiğin Mağusa

Ama yine de ölmelisin,

Kalbindeki limandan kaçamazsın nasılsa…