Aynı nehirde iki kez yıkanılmıyor, Sezar Rubicon Nehri’nden bir kez geçiyor, küllenen ateş ise bir daha alev almıyor. Bir sağanak bastırıyor amansız ama nasıl ki bardak o an üstümüze dökülmüş ve o ateşin yerini sonsuzlukta göğe yükselen dumanlar almış. Sanki unutulmuş diyarlara haber yollamak ister gibi... Bir imdat çığlığı gibi…
Pek tabii bunu gören köylüler bunu bir imdat çığlından çok, onları hiç ziyaret etmemiş kara bir lokomotifin dumanı zannediyorlar. O tren gecikiyor, belki de hiç gelmiyor, belki de o tren kaçıyor gözlerinin önünden. Bileti olanlar üzgün, olmayanlar umursamaz. Tünele doğru baktıklarında gördükleri o ışık üstlerine doğru gelen lokomotif belki de… Hayırlar ve şerler... Trenin gelmesi mi? Yoksa hiç gelmemesi mi? Ya da tünelin sonundaki o ışığın üstlerine gelen bir lokomotif olmaması için dua etmek mi?
Neyin ya da nelerin bizler için “daha” iyi olacağına veya olmayacağına karar verme kudretinin biz insanoğlunda olmadığına ikna olmak ve buna göre yaşamak nasıl da kolay geliyor. Gün batımında, kumsalda, acısız ve huzurlu... Bu kadar ikna oluşların içinde, o çok arayıp da bulamadığımız huzur; bu hiçliğin, boşluğun ve saçmanın neresinde?
“Önemli olan vardığın yer değil, yoldur.” demiş adını şu an anımsayamadığım muhtemelen o çok ünlü yazar. İşte burada garip bir paradoksun esiriyiz hepimiz, yola çıkmak ve bir yere varmak için. O halde vardığın yeri önemsiz kılmanın hiçliğe giden bir yolculuğa çıkmaktan ne farkı var? Belirsizlik bu kadar esir etmişken bizim merakımızı, belirsizlikler silsilesi bu hayat içinde huzuru ararken yorgun düşmek neden? Sanırım uçurumdan aşağıya bakıyorum ve tabii Nietzche’nin dediği gibi o da bana bakıyor. Sanırım görünmeyen bir kara deliğin içine bakıyorum. Belki de gördüğüm o ışık üstüme gelen lokomotif…