Bugün kentlerden, mahalle arası kaoslardan, kaybolmuş yaşamlardan yazmak istedim. Yani en konuşulmayanlardan. Sıra sıra bitişik evler, güneş girmeyen odalar, renksiz gri ve soğuk apartmanlar… Oysa ne güzeldi eskiden, ruhumuzun renklerine boyardık evlerimizi. Şimdi evler de nasibi aldı modern yaşamın ruhsuzluklarından. Eskidendi, sokakta oynayan çocuklar vardı, şimdiyse sadece çer çöp kaldı. Çöplerden taşar oldu mutsuzluklar. Her mahalleye bir çöp kutusu! Ama yetemedi bir çöp kutusu insanların evindeki pasa, kire, söze ve göze. Daha fazlasını istedik hep. Bazen bir başkasının evine dökmek istedik çöplerimizi, bazen de kendi içimize; gözyaşlarımızla… Bu sıkışık, ruhsuz mahallelerde bambaşka çocuklar olduk, bambaşka hayatlar istedik. Kimine kadersiz dedi kaldırımlar, kimi kader ne onu bile unutalı çok olmuştu. Hayat 100 numaraysa, hayatın yalnızca 10’u kadar mutlu oluyor ve istediklerimizi yapabiliyorduk. Geri kalan 90’ı tamamen şansımıza, tesadüflerimize, kesişim ve kümelerimize bağlıydı. Hayatı asla yönetemeyeceğimizi anlamıştık. Hayatımızı yazan yazar, oldukça iddialı bir kaleme sahipti. Hepimiz büyük bir fiyasko olduğumuzu düşünüyorduk. Neresinden tutarsak elimizde kalan hayallerle boğuşuyorduk. Hani dünya düz değildi? Yuvarlaksa benim onu sarıp sarmalamam, onun da bana karşı öyle olması gerekmez miydi? Yok yok ben anladım dünya düzdü. Dümdüz. Hep kenarlarından benim umutlarım, heveslerim düşüyordu. Öyle kazara değil. Dedim ya düpedüz. Bense mahalle arası çamaşırlara bakarak hayali resimler çiziyordum. Onları şekilden şekle sokuyor, kafamda boyuyordum. Tam resmimi bitirecekken karşı apartmandaki Feraye abla topluyordu çamaşırları, benimse bütün emeklerim yerle bir oluyordu. Sanki o çamaşırları silkeledikçe, beni de aralarına katıyordu. Mahallemizde bir cüce vardı. Adını sorunca hiç yanıtlamazdı. Ona göre dünyanın en şanslı insanıydı. Her sabah köşedeki bakkala gider, gazetesini alır akşama kadar penceresinin önünde gazetesini okurdu. Mahallenin en zekisiydi ama düşündüm de hiç mahalle arasına çamaşırlarını asmazdı. Benim bir evim vardı. Tam yakınından trenler geçerdi geceleyin. Hep gözlerimi kapatır kendimi o trenle hayallerime ulaştırırdım… Sonra o tren kalktı, yerini fabrikalar, tekstil mağazaları aldı. Kimse bayılmasa da hepsi buradaki işlere muhtaçtı. Bazen saat sabah 7’de balkondan bakardım, herkes gri elbiseler giyer, solgun yüzleriyle işine koşardı. Artık herkes çamaşırlarını içeri aldı. Çocuklara resimler çizecek, hayaller kuracak sadece masmavi gökyüzü kaldı. Aramızda kalsın ama o da şu sıralar çok ağladı.