Bölüm 1 Tanışma



Şimdiye kadar nerede kaldın? Seninle daha önce konuşmalıydık. Bugüne kadar geciktiğin için sana kırgınım.

Kendimi nasıl mı hissediyorum? Sanki cennette huzur içinde yaşarken biri başıma bir taşla vurup dünyaya atmış gibi hissediyorum. Kendimi nasıl mı hissediyorum? Tanrı’nın istenmeyen çocuğu gibi hissediyorum. Buraya hiçbir zaman ait olamadım ama ölmeyerek uyum sağladım.Ölmedim ama pek de yaşıyor sayılmam nihayetinde. Dün bitip bugün oldu, bugün bitip yarın olacak. Ne geçen saatlerin farkındayım ne de geçen yılların. Sanki küçükken bir anlığına uzaklara dalmışım da bu yaşıma gelmişim gibi hissediyorum. Kendimi nasıl mı hissediyorum? Kendimi bok gibi hissediyorum.

Bunu size anlatmam gerekti, anlatmasaydım eğer ileride bir gün yanlışlıkla öldüğümde sadece toprak olacaktım. Şimdi düşüncelerim, hayatım, korkularım ve ümitlerim sizin olacak. Şu an durduğum yer ufak çapta bir hayran kitlesi olan, her şeyi tamam olup yine de azla yetinmeyi bilen, ufak şeyleri yüklediği metaforlarla ilahlaştırıp bunlarla mutlu olmasını bilen ve bir çevre dolusu hayranının tabirine göre iyi yazar olan bir adamın olduğu yerdir. İleride bana verilen bu yazma yetisi elimden alınırsa da aç ve susuz şekilde öleceğim için bulunduğum yeri geçici yada pamuk ipliğine bağlı olarak görüyorum.

Benliğimin derinlerindeki karakterimi daha fazla dizginleyemediğim için birileriyle konuşma ihtiyacı duydum. Arkadaşlarım bana Cansın diye seslenir. Adımı herkes farklı duygular yükleyerek telaffuz ettiği için içimde bin bir çeşitCansın karakteri var. Örneğin en yakın arkadaşımın Cansın derken onunla yaşadığımız anılar aklına geliyor dolayısıyla babamın demesi arasında fark var. Babam adımı söylediğindeyse annem aklına geliyor. Hiçbir karaktere zeval gelmesini istemediğim için beni hiç tanımayan bir insana bunları anlatma gereği duydum. Bunun için psikiyatriste ihtiyaç duydum. Onunla da bu ihtiyaçtan dolayı tanıştım. Tanışmak da denemez, sonuç olarak onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama o benim hakkımda kimsenin bilmediği şeyleri biliyor.

İstanbul’un merkezi bir yerinde bir oda bir salon ufak bir evde yalnız başıma kalıyorum. O oda kendi ütopyamı yansıttığım ve dünyadan bağımsız özerk bir alan benim için. Odamın tavanını gökyüzünü mavisine boyadıktan sonra duvarları kendi becerimle ağaçlar çizdim. Bunu yaparken en ufak bir çizim yetimin dahi olmadığını öğrenmiştim.

Beş Mayıs sabahı uyuduğum ütopyamdan kalkıp yeni bir günün başladığını ve bugün de ölmediğimi fark edince doktorumla randevuma gitmek için hazırlandım. Elime geçen kıyafetleri giyindikten sonra, beş dakika içinde kendimi kapının önünde buldum. Uyanır uyanmaz bir şeyler yiyemediğimden benim için sabah kahvaltısı diye bir şey olmadı hiçbir zaman.

Arabaya bindikten sonra doktorumun kliniğine doğru yola çıktım. Ağır fonda ilerleyen müzikleri severim ancak sözden ziyade melodiye önem verdiğim için hiçbir şarkıyı ezbere bilmem. Radyoda çalan bir müziğin ahengine kaptırmışken kendimi uzaklara dalmış buldum. “Cansın,” dedim kendime “Çok mu küstahça davranıyorsun? Sonuç olarak yediğin önünde yemediğin arkanda, senin bulunduğun konuma gelmek için fırsat bekleyen milyonlarca insan var. Sen de kendini gündelik hayatın telaşına kaptır. Sabah kitap yazmak için harcadığın mesaiden sonra akşam olunca markete gidip iki ekmek bir paket sigara alıp evine git, çok mu zor?” deyip, kendi kendimi akıl verdim. Benim içim çok zordu çünkü bir türlü diğerleri gibi yaşama hipnotize olamıyordum.

Bunları düşünürken en sonunda kliniğe vardım. Arabamdan inip kliniğe girdiğimde kapının hemen girişindeki danışmada duran pos bıyıklı ve iri yapılı adam karşıladı beni. Tuhaf şekilde adımla seslenerek “Hoş geldiniz Cansın Bey, doktor da sizi bekliyordu.” deyip bana doktorun odasını gösterdi. Ardından ben odaya doğru hareketlenirken bir kol mesafesi kadar uzağımdan odaya kadar takip etti. En ufak bir ters hareket yapsam beni yere serip tek hamlede canımı alacak kadar heybetli görünen bu sert bakışlı adam, doktorun odasına gelince peşimi bırakıp danışma masasındaki inine geri döndü. Doktor beni görünce başını gömdüğü dosyalardan sıyrılıp yüzüme baktı ve güleç bir ifadeyle “Hoş geldin.” dedi. Ben de nazikçe başımı sallayarak eliyle oturmam için işaret ettiği sandalyeye geçtim. Doktorum minyon tipli, kumral saçlı oldukça bakımlı görünen, nazik bir kadındı. Bir süre dosyalarla vedalaşması için bekledikten sonra tekrar bana baktı ve itiraf seansını başlattı. Ancak ben kendini tüm sırlarımı ona dökecek durumda değildim. Oturduğum sandalyeden doğrularak doktora doğru yaklaştım ve gözlerinin en derinine baktım. Birkaç saniye sessizce bakıştıktan sonra bu eylemime bir anlam veremediğini fark ettim. “Sana bir süre bakmam lazım, şu an ne sen beni tanıyorsun ne de ben seni tanıyorum. Aramızda görünmeyen, sembolik bir duvar var. Bu seanslar sırasında sözünü ettiğim sembolik duvarı yıkmayı veya en azından aşmaya çalışacağız.” Bu konuşmadan sonra doktorum bakışmayı bilinçli bir şekilde yaparak göz kontağımızı devam ettirdi. Ardından gözüm ona bir şeyler anlatacak kadar alıştıktan sonra “En azından duvarın ardında olduğumuzu anladık, birbirimizi fark ettik. Şimdi sana zihnimi açabilirim.” dedim. Doktorum bu girizgahı ilginç bulduğundan olacak ki bir türlü kopamadığı dosyalarından birine bu konuyla alakalı bir şeyler not aldı.