Doktorun odasından içi biraz da olsa rahatlamış olarak çıkıyordu Gülfem. Basit bir göz rahatsızlığıydı yaşadığı. Önceleri pek önemsememişti. Son zamanlarda üstlendiği dava sürecinde evrakların üzerine fazla eğilmesine bağlıyordu görme bozukluğunu.
‘Sıfır yetmiş beş. Gözlük istersen reçete yazabilirim ama çok da önemli bir sorun değil’. Doktor böyle söylemişti. Aslına bakılırsa üç ay evvel gittiği doktor da aynı cümleleri kurmuştu. Geçen üç aylık sürede ise Gülfem’in gözlerinde iyileşme namına bir ilerleme kaydedilememişti.
Ben abartıyorum herhalde, dedi hastane kapısında bekleyen arkadaşına. Birbirinden farklı iki hastane ve iki doktor. İkisi de aynı tanıyı koyduğuna göre ben biraz evhamlıyım sağlığım konusunda. Alışmaya çalışayım.
Ilık bir sonbahar günüydü. Rüzgâr önlerinde yürüyen küçük bir çocuk gibi varlığını bir süre hissettiriyor sonra başka yerleri keşfetmeye gidiyor biraz sonra tekrar gelip ayaklarına dolaşıyordu.
Kol kola yürüdüğü arkadaşını sakinleştirmek isteyen Nuray, “Takma kafana benim de gözlerim görmüyor eskisi gibi artık. Kolay değil, otuz üç yaşına geldik ikimiz de.” dedi.
Gözünden daha önemli bir problemi, yaşı kendisine hatırlatılmıştı. Bu problemi de inkâr ederek çözmek istedi hemen oracıkta:
“Şşt, sessiz ol, sırrımızı bizden başka kimse bilmemeli. Hala yirmi dokuzuz biz.”
Gülerek kendilerini Dolmabahçe’deki kafeye attılar. Mevsim çok sertleşmediği için açık havada oturmayı tercih etmişlerdi. Dolmabahçe Camii’nin yanı başındaki otoparkın arkasına adeta saklamak istercesine yerleştirilmiş bir kafeydi burası. Yaz aylarında, oturanların tepelerine vuran sıcak güneşe rağmen kalkmak istemediği, Üsküdar manzarasıyla çay içerken bile sarhoş olduğu, sonbahardaki misafirlerinin ise kıyıyı döven dalga sesleriyle İstanbul’a ait harmonik müziğe kendilerini kaptırdığı cennetten bir köşeydi.
***
Kışa hazırlık amacıyla dışarıdaki masa sayısı azaltılmıştı. Boş olan bir masaya yerleşip kahvelerini söylediler. Kendilerini şımartmak için bir de tatlı söylemeye karar verdiler.
Derin bir nefes aldı Nuray. Otuzlarının ortasında Bulgaristan göçmeni, iplik fabrikasından emekli bir ailenin tek çocuğuydu. Oğlu henüz üç yaşındayken boşanmış olduğundan yedi senedir babasıyla birlikte yaşıyorlardı. Avukatlık ise çocukluk hayaliydi. Boşanma sürecinin üstüne annesini zamansız kaybetmenin verdiği acı ile mesleğini yapmayı uzun süredir bırakmıştı. Fakat şimdilerde yeni bir hukuk bürosunda bilgilerini yeniden tazelemek için stajyer olarak çalışıyordu.
Gülfem ile de aile dostu sayılırlardı. Her ne kadar kendileri fakültede ailelerinden bağımsız tanışmış olsalar da zaman göstermişti ki ikisinin dedeleri göç ettikleri kasabadan arkadaşlardı. Gülfem’in dedesinin Adana’ya; Nuray’ın dedesi Sabri Bey’in ise Yalova’ya yerleştirilmiş olması iki dostun birbirinden haber alamamalarına neden olmuş, her şeye sıfırdan başlamış olmanın verdiği meşgale ile iki adam da ailelerinden başka bir şey düşünemez hale gelmişti.
‘Aslında bak, şimdi aklıma geldi: Özellikle akşamları göremiyorum ben Nuray. Hele o ışıklı tabelalar yok mu? Aman Yarabbi. Onları okuyacağım diye canım çıkıyor. Gözlerimi kısmaktan bi hal oldum’.
-Bunları az önce doktora söyleseydin ya canım. Ne diye söylemedin?
Garson malagayı getirmiş, çatalları peçetelere sarılı şekilde masaya bırakıyordu. Gülümseyerek teşekkür etti garsona Gülfem. ‘Kaç yaşına geldim hala doktor karşısında nutkum tutuluyor Nuray. Bilmiyorsun beni sanki. Üniversitede de böyleydim hatırlasana. Kaç kere girdiğim derslerde yok yazılmıştım’.
Kahvesinden bir yudum daha alırken başka şeyler anlatmak istedi Nuray:
‘Burası beni çok dinlendiriyor. Boğaz’dan yüzüme vuran rüzgâr beni daha güçlü yapıyor. Kaç kez buraya sensiz geldim biliyor musun? Boşandığımda mahkemeden çıkıp kendimi burada bulduğumu hatırlıyorum. Çağrı annemlerin yanındaydı. Annemi toprağa verdik yine burada buldum kendimi’.
Çok yol kat ettik Gülfem. Biz, ailelerimize oranla çok yol katettik. Dedelerimizi hatırla. Göçüp geldiklerinde tam biz yaştalarmış. Onca bağ bahçe, gözleri gibi baktıkları meyve ağaçları, hayvanlar. Yalnız ceplerindeki üç beş kuruş parayla yollara düşmüşler. Babalarımız atamadı bunun yoksunluğunu üzerlerinden. Koca koca adamların hala ödü kopuyor bir şey olacak da yeniden yollara düşeceğiz diye. Babam emekli maaşı yattığı gibi çekiyor parayı. Getirip yastığının altına koyuyor. Yola çıkma günü geldiğinde elinin altında olsun diye. Baba diyorum, geçti o günler. Burası bizim de ülkemiz. Kızım diyor; biz göçmeniz. Göçmenin evi sırtında olur’.
***
Uzaklara dalmıştı Gülfem. İnsanlar, isimler farklı; yaşanılanlar ne kadar da aynıydı. Kendisi bu ülkede doğmuştu. En az mahallede sek sek oynadığı arkadaşları kadar bu topraklara aitti. Adı Gülfem, sıfatı göçmendi. Uzaklara dalan arkadaşını daha fazla sıkmak istemiyordu Nuray. Kendisi atlatamasa da belki o atlatmıştı. Bu konuları açarak hata ettiğini düşündü. Sonra bir anda konuyu değiştirmek geldi içinden. ‘Sende’ dedi. ‘Astigmat var. Özellikle ışıklı tabelaları göremiyorsan durum kesin astigmattır’.
Daldığı yerlerden çağırmak için tekrar göz konusunu açmıştı. Sağlıktan konuşmak için açtığı bu konu arkadaşında sağlıkla ilgili başka bir çağrışım yapmış olacak ki ‘Çağrı’ diye araya girdi Gülfem. ‘Hala yutkunma zorluğu yaşıyor mu?’
Sorulan soru Nuray’a az evvel deşmeye çalıştığı trajedilerini bir kenara bıraktırıp düşüncelerinin tekrar kendisini hayata bağlayan yegâne şeye, oğluna yönelmesine neden oldu. ‘Geçtiğimiz ay okuldan aradılar. Ödüm koptu; koştum gittim. Elma takılmış boğazına. Öğretmeni elini sokmak istemiş ona da izin vermemiş. Güç bela kendisi çıkarmış. Neden sordun dedi.
Şimdi fark ettim biliyor musun? Buraya oturana kadar hep uzağı göremediğimi sanırdım. Doktorlar da ‘Numaran küçük, gözlüğe gerek yok’ dediklerinde sevinmekten, gözlük takmayacağım için mutlu olmaktan, daha doğrusu bir sorunla karşılaşmamaktan dolayı sevinip koşar adım çıkıyorum odalarından. Oysa benim sorunum varmış. Ben ışıklı tabelaları göremediğimi şu an fark ediyorum Nuray. Gözlük takmamaya o kadar şartlamışım ki kendimi neredeyse evham yaptığımı iddia ediyordum bir saat öncesine kadar.
Konudan konuya atlayarak konuşmaya alışıktı iki arkadaş da. Bir mesele neticeye bağlanmadan ötekinden konuşmaya başlarlar, eksik kalan mevzu az sonra kendisini hatırlatır bir şekilde kapanırdı. Söz konusu oğlu olunca Gülfem’in bu anlık sorusuyla açılan konunun neticelendirilmesini isteyerek tekrar söze girdi Nuray:
-Çağrı’yı neden sordun? Aklına nereden geldi? Bilirsin hassasım bu konuda, rüya filan mı gördün yoksa Çağrı’yla alakalı? Öyle bir şey varsa çabuk söyle, çatlatma insanı.
Susturmasa Nuray devam edebilirdi evhamına. Kendi ateşini kendisi harlar, içinde oluşturduğu şüphe ile aniden koşarak eve, oğlunu görmeye gidebilirdi. Annelik içgüdüsü müydü ona bu denli felaket senaryoları yazdıran, yoksa yaşadığı acıların tesadüfi şekilde aynı vaziyetlerde vuku bulması mıydı, anlayamıyordu Gülfem.
‘Bizim iş yerindeki Suat, diye lafa başladı arkadaşını biraz sakinleştirdikten sonra. Hani şu esmer olan. Göçmen olduğunu iddia eder durur da kimseleri inandıramaz. Sana da bahsetmiştim hatırladın mı?
Konunun bir an önce oğluna gelmesini umarak, biraz onayladığını göstermek biraz da hızlı anlatmasını tembihlemek amacıyla başını sallıyordu Nuray.
***
‘Sohbet aralarında konuşurken ailesinden bahsediyordu. Onda da Çağrı’da olduğu gibi yutkunma problemi var. Ailesinde de varmış. Anne tarafından geliyormuş özellikle. Genetik gibi bir şeymiş onlarda senin anlayacağın’.
Sakinlemiş olacak ki araya girmeye, dedikoduyu derinleştirmeye meylederek ‘Genetikle ne alakası varmış canım? Tiroid’le ilgili bir hassasiyet bu. Bademcik şişmesinden enfeksiyon kapmaya, yemek borusunun zayıflığından tut ses tellerinin inceliğine kadar onlarca nedeni var bunun. Hatta biraz daha büyüsün biz Çağrı’nın bademciklerini aldırmayı düşünüyoruz’.
‘Dur dinle, Suat bu işi kafaya takmış; epey bir araştırmış. En son gittiği doktor muayenesinde kapının önünde sıra beklerken bir kadınla tanışmasınlar mı? Kadında da aynı sorun varmış meğer. O da yutkunamıyormuş’.
Nuray, garsona el edip birer çay sipariş etmişti. Gülfem’in olay diye anlattıklarını o çerez diye tüketiyordu her gün. Çocuğu için gitmediği hastane beklemediği sıra kalmamıştı. Suat ile kadın hastane sırasında tanışmışlar ve aralarında bir ilişki başlamış olabilirdi. Kaldı ki Suat; bir zamanlar arkadaş ortamlarında karşılaştığı ve Gülfem’in de zorla aralarını yapmaya uğraştığı, karşısındakinden azıcık yüz bulsa aşkını ilan etmeye dünden razı biriydi. Arkadaşının anlatmaya çalıştığı olsa olsa böyle bir hikayeydi. Garsonun çayları servis edip masadaki boşları kaldırdığı kısacık anda ikisi de susmuş, dalgaların denizi süpürerek yüzlerine çarptığı tuzlu havayı derin derin teneffüs ediyorlardı.
‘Sonra kız da göçmen çıkmış. Onlar da sizin gibi Yalova’ya yerleştirilmişler’.
Tanımayız ki, dedi Nuray çayından bir yudum alırken. ‘Hepsi başka yerde. Seninle bile kaç yıl sonra tanıştık esas manada hatırlasana’.
-Mesele tanımak değil Nuray. Suat ertesi gün işe gelip bana çevremde yutkunma sorunu olan biri var mı diye sordu. Ben de isim vermeden bir arkadaşımın oğlunda var dedim. O da bana, onlarda mı göçmen diye sordu?
-Eee sonuç? Bu hastalık göçmenlerde mi varmış yani? İlahi Suat. Ay ne değişik çocukmuş bu böyle’ deyip gülmeye başladı Nuray.
***
‘Sadece göçmenlerde yok tabi ki. Sonunu dinle. Suat gidip bir medyuma danışıyor en sonunda. Hikâyeyi anlatıyor. Annesinden bahsediyor. Hatta anneannesinde gırtlak kanseri varmış. Onlar Atatürk devrinde göçmüşler. Annesi de hap bile yutamazmış. Dedesi bir su kuyusunda boğularak vefat etmiş. Medyum anlatılanları dinleyince demiş ki…’
-Ne demiş kuzum? Ay ne bekliyordum ne çıktı? İlahi Suat, sen git medyuma danış. Deli çocuk…
‘Nuray, bu kısmı sana anlatıp anlatmama konusunda kararsızım. Gülüşünden de anladığım kadarıyla medyumlara inanmıyorsun. Bu güzel bir şey. Kadın olarak güçlüsün ama anne olmak takıntılı biri yapabiliyor insanları bazen’.
-Gülfem, ne demiş kuzum medyum? Bak kaç yaşına geldik. Bunlara inanacak halimiz mi kaldı. Anlat da gülelim diye konuşuyoruz işte’. Nuray hikâyenin varacağı sonu merak ederken bir de mevzuya karışan medyum hissesi işi büsbütün karmaşık hale getirmişti. Sakinleştiğini ve birazdan anlatılacak olan şeylerin bünyesinde pek de ateşli bir etki yapmayacağını arkadaşına ispatlaması gerekiyordu. Mevzuya önem vermediğini göstermek için çayını yudumlamaya başladı. İstersen şu an da anlatmayı bırak, ben bunlardan etkilenecek biri değilim demek istiyordu aldığı her yudumla.
-Yutkunamamak göçmenlikle alakalı olabilir demiş medyum. Boğaz çakralarınızda sorun olması çok muhtemel demiş. Kendinizi ifade etmede güçlükler yaşamanızın nedeni de boğaz çakralarıyla alakalı olabilir demiş. Bu da hakkımızın yenmesinden, geçmişte kovulduğumuz topraklarımızdan ayrılırken yutkunmaktan başka bir şey yapamamış olmaktan, ses edemeyip hakkımızı arayamamaktan kaynaklıymış. Hatta Suat’ın avukat olduğunu da bilmiş adam. Ses çıkarmak, itiraz etmek için okumuşsun sen demiş’.
Elinde çay bardağı ile gözleri Boğaz’a takılmıştı Nuray’ın. Gemiler vapurlar birbirine karışmış, akşam yoğunluğuna martıların çığlıkları karışmıştı. Gülfem sözlerini bitirmiş, üzerinden beş dakika geçmişti. Fakat arkadaşı donmuş gibiydi. Ne medyumun teşhisi ile ilgili bir yorum yapmış ne de elinde tuttuğu bardağı oynatmıştı. Zorunlu olmadıkça göz bile kırpmadan denizi izliyordu. Gülfem üçüncü defadır seslenmesine rağmen yanıt alamadığı arkadaşının koluna hafifçe dokundu. Temasın etkisiyle göz göze geldiklerinde ağzından dökülenlerin Nuray’ın zihninden geçenler olduğunu bilmiyordu.
***
-Olabilir mi sence böyle bir şey Nuray? Atalarımızdan kalan bir aktarım mı bu. Tercih ettiğimizi sandığımız, sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz bunca şey, kazançlarımız kayıplarımız nesilden nesle aktaracağımız birer motif mi sadece?